27 Aralık 2009 Pazar

buluştuk!

22 Aralık 2009 Salı

BULUŞUYORUZ!

26 Aralık Cumartesi günü Saat 15.00'de Taksim Uykusuz Kafe'de bir dergi buluşması düzenliyoruz. Tüm okurları ve siz sevgili dostları bekleriz.

adres: küçükparmakkapı sokak no:15 Beyoğlu/İstanbul
18 Aralık 2009 Cuma

SAYI 5




O kadar çok makus gemi var ki ardımızda, hiçbir zaman, belki hiç yıkılmamış, derin değil de ılık sularda, fakat hiç mevcut bulunamamış güvertelerinin saçaklarından bir bir düşen tilkileri açık bir kanıt olmaksızın; çürümüş veya olacak şeyi anlamak, kestirmek; yalnız hissedememek; miskin, soysuz yolcularıyla kendilerine korkak; hani ölgün, o kişilere mahsus rezilce büyüklenmelerle mahcup… ziyadesiyle gururdan içleri ifadesiz, ancak daima maharet kazandırarak ilerleyen işaretsizlikleriyle şu zihinlere ağır fakat gene de hissizce yazdırılan ve beyhude yere gayret ettirilen bu yavan debelenmelerle sanki; hiç yokmuşçasına yazdırılırken tarih, niçin o büyüklerin(!) hep mağrur, güzide(!) rüyaları okutulur.

HOBO’NUN SON GÜNLERİ: DURUN NEFESİ NORMALE DÖNDÜ

burası tam olarak giderayak "şu mektupları da bırakayım" diye düşündüğüm yer. şu yaştan sonra anneme babama karıma mektup yazdım ya, helal bana. çok duygusal şeyler yazdım gibi, yazım da kötü, pek duygusal gelmeyebilir. biçim de önemli tabii. şekil de önemli. karımın şekli de önemliydi, gençken. güzel bir kadındı. güzeldi evet, başka da bir şeyi de yoktu. zaten hiçbir şeyi olmayan insanlar arasında, diğerlerine nazaran bir şeyi olan insanları seçmeye meyilliyiz. "en azından güzel". bu bile mutlu edebiliyor insanı, yani beni. mektuplara başlarken çok sıkıntılıydım, yazacak bir şey yok gibiydi. çok ince düşünülmüş bir şeyler yazamayacağımdan korktum durdum, zaten yazamadım da. onları duygulandıracak, kaygılandıracak, üzecek bir şeyler yazamadım. ama yazdım. iyi ettim. mektupları bitirdikten sonra iyi ettiğimi düşündüm. ferahladım.

bir tek soruya cevap verdim. o soru sorulmamıştı ama ben cevap verdim. sorulmazdı da, kapatılırdı bu meseleler. bu meseleler derken? aslında meseleler yok, tek bir mesele var. mevzu. mevzu deyince de lisedeki arkadaşlarım aklıma geliyor, mevzu evet. tek bir mesele vardı, tek bir soru var şimdi. bunca zaman bir tek mesele üzerine düşündüm, sinsice, korkakça, bazen deli gibi, bazen de işinde gücünde bir adam gibi. mektupla duyurdum onlara, mektuplara insanların hala saygısı var. hala ciddiye alınan bir şey, ben de ciddiye alınmak istiyorum. konuşsam o kadar ciddiye alınmam, itirazlar yükselir, saçmalıyorsun denir. bir şeyler denir elbet, bastırılırım hemencecik. mektubu iyi akıl ettim ha. insanları savunmasız yakalamak gibi, mektup da öyle bir şey. bıraktım kaçtım. onlar düşünsün artık. ben özgürüm artık, ben kendimi anlatarak özgürleştim. rahatladım yahu, artık içimde duranlar öylece durmuyor, onları ifşa ettim. kimse bana "neden böyle düşünüyorsun?" diyemeyecek.

onlara kalıyorum dedim. bir yere gitmiyorum, bu güne kadar bana git demediniz, kal da demediniz. kaldığımı vurgulamak istedim. bir yere gitmiyorum'u iyice vurguladım. diyecekler ki "sana git diyen mi oldu?". kal diyen de olmadı. n'aber? beni bunca zaman içinizden biri olarak gördünüz, her gün her saniye yanımdaydınız, hiçbir çıkıntılık yaptığımı görmediniz. gitmem için, git demeniz için de bir sebep vermedim size, ne yazık. kalıyorum, kalmak için bir sebebim var; size bana git demeniz için bir şans vereceğim. işte gerçek yüzümü gösteriyorum size, korkun benden. (benden mi korkacaklar, laf) kendimle beraber kalıyorum dedim onlara, ne saçma bir laf, ama o kadar zaman düşündükten sonra yazayım bari dedim. şimdi eve gitmeye korkuyorum, karım beni nasıl karşılayacak acaba. sabahtan beri bu iğrenç yerde, gazete kitap okuyorum, kahve içiyorum. midem kötüleşti, başım da ağrıyor. bu ağrılar daha da artacak biliyorum, bu mektupların hesabını soracaklar bana. iyi delirdim ama. 7 yıllık eşime, kendimce bir ayar çekmiştim. şimdi eğer okuma yazmayı unutmadıysa ya da mektup zamanında eline geçtiyse, okuduysa okuduğunu anladıysa (şaka sanarmış), cevaplarımı tekrar gözden geçirmeliyim.

hem neden hala bazı kurallara uyuyorum ki? biraz daha dışarda gezebilirim, geç gidebilirim eve. orda burda aval aval dolaşabilirim. şu ana kadar yapmadım diye şimdi de yapmayacağım? gizli yasalar beni hala etkisi altında mı tutuyor? gitmiyorum eve. korktuğumdan değil, korkumu ertelemek için değil; gitmiyorum işte, bir sebebi de yok. bir sebebi olması mı lazım illa ki? (kalmak için neden bir sebep belirttim öyleyse?) eski arkadaşlarımı arayayım, sesimde bir gücenme, bir çekingenlik olmamalı. onca zaman aramadım diye şimdi de mi aramayayım? ararım, yüzsüzlük ederim, bana eşlik etmelerini söylerim. çok mu zor? çok zor aslında, insanlar böyle böyle birbirlerinden ayrı düşmüyorlar mı? evet aynen böyle oluyor (kimi arayayım ki). işe bugün hiç uğramadım, daha önce uğradıklarıma, orda olduğumu önemsemediklerine saysınlar, yokluğumu biliyorlar, varlığımı da bilselerdi ya (bilemezler çünkü ben bir vazo kadar orda alışılmış bir eşyadan ibarettim). haydi bakalım. gitmekle kalmak arasında 'kaldım'. gerçek kalmak olmasın sakın bu? haha, işte artık eskisi gibi kelimeleri oynatabiliyorum. kendi kendime deli deli konuşuyorum. bastırdığım iç sesimi özlemişim, ne güzel de dile geldi konuşuyor. hah üniversite arkadaşlarımdan birini arayayım, hmm bununla çok samimiydik (o halde neden görüşmüyoruz hala). karısı açtı telefonu, karısını tanımıyorum, düğünlerine gitmedim, gitseymişim keşke. bak şimdi işin düşüyor, iş mi bu? kendimi tanıtmam isteniyor, güzel tanıtırız. ben üniversiteden arkadaşıyım, evet böyle dersem çok nostaljik ve duygulu olur. nasıl biri olduğumu falan merak eder. beyfendi telefona gelmek için tören mi düzenliyor nedir? bak işte ne olacak, kimmiş ne istiyormuşu bir kerecik olsun düşünme. sesimi aldı, hadi oyun oynayalım, "beni çıkartabildin mi" oyunu. hatırlamaz bu. uzatmayayım, adımı söyleyeyim bitsin. söyledim işte. geç bu muhabbetleri geç, sana şimdi üniversite anılarından, şundan bundan bahsedemem. çok uzatıyor bu adam, eskiden de böyleydi. görüşelim diyecektim (ben sadede gelmeyi sevmiyorum, ama geldim). bugün olmaz derse, bu adamı bir daha aramam. yakınlarda olduğumu söyledim, kaldırsın kıçını da çıksın dışarı. çıkacakmış. evet, işte hala ikna kabiliyetim iyi.

eve dönmeme bahanem hazır. eski püskü yağ torbası bir arkadaşla karşılaştık diyeceğim, yalan söyleyeceğim, ama doğru. karşılaşmayı ben bizzat ayarlasam da, karşılaştık diyeceğim ve heyecan katacağım. heyecan iyidir. iyi de bu adamla ne yapacağız şimdi? "takılırız işte". gençliğe özendirici bir deyim. konuşacak çok şeyimiz de olabilir. hafıza yoklaması yaparız. zaman geçer işte. geçiyor işte. beni gördüğüne, benim tarafımdan hatırlandığına o kadar da sevinmedi, oysa samimiydik? hala çok konuşuyor. olgunluk buna gelmemiş, daha yolu var bunun. önemsiz olaylardan nasıl da heyecanla bahsediyor, kızlarla da bu yüzden muhabbeti iyiydi. herkesle muhabbeti iyiydi aslında (benle bile konuşabildiğine göre). karımı özledim ben, bu adamın yüzünden. o pek fazla konuşmaz, karım yani pek konuştuğu görülmemiştir (benimle tabii). evet sonunda, sonunda! bu işkence bitti. onu eve yolluyorum, gidecek. gitmesini bizzat ben söyledim. iyi söyledim ha. kovdum resmen. sıkıldım senden dedim. kalmasına katlanamıyorum bari, gitmesi için bir bahanesi olsun. ters ters bakıyor bana. gidecek ama esaslı bir laf söyleyecek sanırım. dur bakalım ne diyecek? "hala adam olamamışsın" diyor. aferin, adamlığıma vur. ordan iyi vurulur çünkü (sen de hala aynı moronsun, hah hah ha).

eve gideyim bari. bugün yeterince heyecan yaşadım. evde bu heyecana devam edeyim. çok eğleniyorum. mektupları yazarken de yerli yersiz bir kaç kere gülmüştüm, kalbim de hızlı hızlı atmıştı, midemde sancılar falan da oldu. çünkü ben şu ana kadar kimseye karşı gelmedm, yüzlerine karşı belli lafları seri bir şekilde söyleyemedim. hep anlayışlı, alttan alan, uyumlu, mülayim (bu kelime bana yakışmıyor ama neyse) biri oldum. haliyle beni pek sevdiler önce, şimdi de önemsemiyorlar. benden bir zarar gelmeyeceğini biliyorlar. zararsızım diye değil mi tüm bunlar? korkun benden artık zararsız değilim, dünyayı dar edeceğim size (nasıl yapacağım bunu?). sözümü sakınmayacağım, her şeye tamam, her şeye evet demeyeceğim (ilelebet muhalif gibi oldum iyi mi). hem kaç şeyde benim fikrim alınıyor ki zaten? alışverişe çıkalım mı? hayır desem ne olacak, aç kalırız (demek ki alışverişe çıkalım mı diye sorulduğunda evet demeliyim). annemlere gidelim mi? sinemaya gidelim mi? perdeleri asar mısın? sevişelim mi? (evet buna hayır diyebilirim, arada sırada o hayır diyebiliyor). dur sen telaşlanma hemen, biraz aksi biri olayım. ortalık şenlenir, daha çok konuda görüşüme başvurulur elbet. tabii, aksi biri olursam olur bunlar. kavga bile edebiliriz belki (hiç kavga etmedik, mükemmel!).

kapıyı kilitlememiş. hala uyanık mıdır acaba? neyse, uyanık uykulu farketmez. eve gireyim uyanır hemen (seni yalancı uyuyorum numarası ha). evet, kanepede oturuyor. elindeki mektubu sinirli sinirli tersine düzüne okuyor. iyi sinir yapmış, aferin ona. bakalım o suskunluğu devam edecek mi? gel üstüme gel. hadi bakalım. beni görmezden geliyor (kördür belki). kanalı değiştirdi, başka bir şey izleyecek, televizyonu kapatmayacak sanırım. televizyon kapanmıyorsa, tartışmayacağız demek ki. hmm. ben kendim kapatsam? kapatayım evet. işte kapattım (tepki veriyor, dudaklarında bir laf var). ne diyecek merak ediyorum? çok heyecanlandım. ne duyamadım? ne? ciddi olamazsın? tekrar söyler misin, öyle mızmız konuşma ya, hadi söyle. "ben de kalıyorum!".

Aha bittim ben.

ESKİ BİR ADAMIN YENİ GÜNLÜĞÜ SAYFA 1



Asit YağmurlarıÖnceki gün okuldan çıktığımızda hava kapalıydı. Arkadaşıma bakılırsa "yağmur tehlikesi" vardı. Yağmuru, çok büyük sel felaketleri yaratmadıkça, asla bir tehlike, bir sorun olarak görmediğimden hatta insanların biteviye kirlettiği bir küreyi temizleme görevi gördüğünü düşünerek ona karşı sempati bile beslediğim söylenebilir. Yağmurun nasıl bir tehlikesinin olabileceğini sordum arkadaşıma, ıslanmaktan falan bahsetti. Bu yağmurdan ıslanmanın tehlikeli bir yanı olmadığını, önemli olan asit yağmurlarından korunmak olduğunu anlattım ona. Asit yağmuru mu diye şaşarak baktı bir süre. Sonra gökten asit yağmasının ne kadar kötü olacağından bahsetmeye başladı. Öyle bir şeyin çok acı çektireceğini, insanların yollarda asitin etkisiyle erimeye başlayacağını ve bunu görmeyi asla istemediğini söyledikten sonra asit yağmuruna sebeb olduklarını düşündüğü için parfüm firmalarına sövdü saydı. Ona asit yağmuru dedikleri şeyin öyle aniden öldürmediğini yavaş yavaş insanı ve doğayı tükettiğini, bu işin sorumlularının da, evet, kükürt ve azot olduğunu bu lanet ikilinin atmosfere karışıp oradan da oldukça kötü niyetlerle, yağmur damlalarının içine sızdıklarını anlattım kısaca. Bütün bunları geçen sene okuduğum, çevreci kuruluşlardan birisinin dağıttığı broşürden öğrenmiştim.

Memleketten bir arkadaşımla yaptığım sohbet aklıma geldi onun asit yağmurları hakkında bu bilgisizliğini fark edince. Üniversiteyi bu sene kazanmıştı ama beklediği gibi bir ortam bulamadığından insanların ne kadar da bilinçsiz olduğundan dem vuruyordu. Tıpçılar, fizikçiler, mühendislik öğrencileri var aralarında ama büyük bir çoğunluğu dünyadan bi-haber demişti. Ona şu cevabı vermiştim : "tıpcı olmak fizikçi olmak ya da mühendislik öğrencisi olmak sadece hayatın belli bir alanı üzerinde yoğunlaşarak o alanı öğrenmekten (ezber ne kadar öğrenmek sayılabilirse o kadar öğrenme) başka anlam ifade etmiyor ve okuma, araştırma, öğrenme çabası gütmeyen insanlar o alanların dışındaki herşeye, öküz bir trene nasıl bakar sorusuna cevap olabilecek bir açıdan bakıyorlar"
Memleketteki o arkadaşım benim bu arkadaşı görseydi herhalde eğitim sistemine olan inancı bir kat daha sarsılırdı.
Kapalı gökyüzünden ilk yağmur damlaları düşmeye başladığında 200 metre kadar ilerideki otobüs durağına doğru yürümeye başlamıştık. Arkadaşım kafasını kaldırıp bir süre gökyüzüne baktıktan sonra yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle düşünmeye daldı.
O anda kesinlikle asit yağmurlarını düşünüyordu ve bu yağanın asit yağmuru olmadığına şükürler ediyordu. Bu tahminimde ne kadar haklı olduğumu kendi kendime ispatlayıp ne kadar zeki bir insan olduğumu
bir kez daha göreyim diye ona ne düşündüğünü sordum. Alçak adam yemekhane sırasında sarı saçlı kızı düşündüğünü söyledi. Sanırım size o sarışından daha önce bahsetmedim. Ama bunun bir önemi yok nasıl olsa onunla ileride yine karşılaşacağız. O zaman kendi gözlerinizle göreceksiniz ya da okuyacaksınız. Arkadaşımın yüzündeki anlamsız gülümsemeye bakılırsa alışılagelmiş "aşk" nöbetlerinden birini yaşıyordu. Geçen ay da içmek için taksime gittiğimizde garson kıza aşık olmuştu. Hayır bunu kendisi bana söylememişti ama ben onun aptallaşmasından ve gece yarısına doğru, o kadar içtikten sonra otobüs durağında ayrılırken "yarın yine aynı yerde içelim" diye tutturmasından ve yanlış otobüse binmesinden anlamıştım. İçkili de olsa yanlış otobüse binmeyecek kadar açık göz birisidir kendisi...
********
Otobüs durağı her zamankinden daha kalabalık. Yağmuru sevmeyip ondan kaçan insanların diğer insanlara yarattığı bir diğer problem de bu zaten. Başta otobüs durakları gelmek üzere kapalı mekanların işgal edilmesi. Şeker gibi eriyecekler sanırsın. Kadınları bazen anlayabiliyorum. Makyajları ya da saç boyaları akıyor olabilir ya da ıslak saçların erkekler için bir tahrik unsuru olduğunu bildiklerinden ve sokaklarda yüz binlerce tahrik olmaya programlı erkek dolaştığından, onların yağmurdan kaçmalarının geçerli nedenleri var diye düşünebilir insan. Ama bu erkeklerin derdi ne olabilir ki?
"Bunların sorunu ne biliyor musun?" diye sordu arkadaşım, sanki aklımdan geçenleri duymuş gibi. Bunu ilk defa da yapmıyor olması bende onun gizli yetenekleri olduğuna dair bir şüphe uyandırmıyor da değil hani.
"Nedir sorunları?" diye sordum.
"her önüne gelenle düzüşmeleri" dedi sırıtarak sonra da koşarak bir otobüse atladı. Rezil adam, arkasından o kadar seslenmeme rağmen yine gidip yanlış otobüse binmişti…

BİZ

İnsanların birbirine müdahale etmesinin söz konusu olmadığı bir dünya hayal ediyoruz. Müdahalenin meşru olduğu yada yasaklandığı değil, böyle bir durumun söz konusu bile olmadığı bir hayatı düşlüyoruz. Ne kadar yaşanılası bir dünya olurdu, ne kadar yaşayası insanlar olurduk… Tüm insanların kendini aşmış, kendinden öte olanı verebilmiş varlıklar olduğu bir evreni özlüyoruz. Gidene kimsenin ağıt yakmadığı, gelene kapının hiç kapanmadığı bir evren. Kimsenin hayattan alabileceğinden fazlasını beklemediği, dolayısıyla ağır mutluluklar-mutsuzluklar yaşamadığı tam bir iyilik hali. Kavramların tüm anlamını yitirdiği, anlamın kendi anlamsızlığına ulaştığı bir üst nokta. Fakire fakir, zengine zengin diyemeyeceğimiz, çünkü bu kelimelerin anlamını unuttuğumuz bir kapalı kutu.
İnsana saplanan bıçakların soyut bir nesne misali içinden geçip arkadan çıktığı, acıtmayan, kanatmayan bir şiddet. Kimsenin yara almadığı, kabukların henüz bağlanmadan döküldüğü bir vücut. Ruhla arkadaş olan bir beden. Sözcüklerin hepsinin kendi anlamının dışında işlemesi. Küfürün güzelliği, iltifatın riyayı çağrıştırdığı bir lugat.
Safları sıklaştırın diyemeyeceğimiz, çünkü saf diye bir olgunun kalmadığı günlük hayat, taraf olmayanın bertaraf olmadığı bir kayıtsızlık, politika sözcüğünün kendi arasında bölünerek tilki ve katil sözcüklerini oluşturduğu, bunların da kelimenin tam anlamını sonuna kadar karşıladığı bir zincirleme mantık yürütme süreci, meclislerin, grup toplantılarının, kravatların, siyah mercedeslerin bir anda kayıplara karıştığı, varlığımızın Türk varlığına armağan olmadığı,illa bir yöneten olacaksa iktidarda Pink Floyd’un bulunduğu bir siyasi rejim.
Müslümanın en yakın arkadaşının ateist olması, ateistin huzur bulduğu tek sesin ney sesi olması, semazenlerin artık toplantılarda, partilerde, etkinliklerde dansöz misali boy göstermemesi, Kur-an’ın şifresinin çözülmemesi, Kur-an’ın şifresinin okuyanın kendinde saklı olması, vahdet-i vücutla panteizmin aynı şey olduğunun bir zahmet anlaşılması, Şems’in bir küfe şarap içmesi, Şems’in siyah cüppesi, korkuya değil, sevgiye inanması insanların.
Yalnızın kalabalıklar tarafından kuşatılmadığı, herkesin eninde sonunda yalnız olduğunu anladığı bu yüzden kalabalıklaşmak için çaba göstermediği , tek başına da eğlenebildiği, bireycilikle bencilliğin aynı anlama gelmediği, herkesin kendi öz değerini bildiği ve ona sahip çıktığı, hal böyle olunca da kimsenin bir başkasını düşünmesine kendiliğinden gerek kalmadığı, dolayısıyla da bunun bencilliğe değil, karşılıklı saygıya neden olduğu, en sonunda da şiddetin tamamen ortadan kalktığı bir hayat.
Annelerin sahiplenme duygusunun ortadan kalktığı bir metabolizma, ailelerin çocukların üstüne titremediği bir güven ortamı, topu inşaata kaçan çocuğun sağlam çıkabileceği bir refah durumu, babaların en hassas olduğu konunun kızları olmaması, kızların babalarından kaçmak için henüz çocuk yaştayken anne olmaması, evliliklerin hiç olmazsa birkaç tanesinin iyi örmek teşkil ettiği bir toplumsal yapı.
Geniş insanlar. İçten kahkahalar. Koyulmamış yasaklar. Uyulmamış kurallar. Çizilmemiş sınırlar. Asılmayan suratlar. Kınamayan bakışlar. Ayıplamayan çehreler. Gerek duyulmayan eleştiriler. Ciddiye alınmayan şakalar. Birden kopmayan dostluklar. Birden çok saçma bir şekilde kopmayan dostluklar. Oluşmayan kişisel husumetler. Ortaya çıkmayan kültürel farklılıklar. Özlenmeyen insanlar. İşlenmeyen cinayetler. Söylenmeyen yalanlar. Edilmeyen dedikodular.
İnsanların birbirini sevdiğinden emin olması, birini seviyorsak sadece seviyor olmamız, aşk deyince aklımıza yalnız akşam olup hüzünlenmelerin, gözlerinin rengine hasret kalmaların anlaşılmaması, gecenin gündüzün aşktan ibaret olması, aşkın boş zaman uğraşı olmaktan çıkması, aşk deyince akan suların durması, aşk deyince gözbebeklerinde onun isminin okunması, aşk deyince yanmak, aşk deyince küllerinden doğmak…
Bütün bunların olmasını isterdik ama kötü zamanlar, kötü müzikler, kötü evler, kötü kardeşler, kötü yazılar, kötü anneler, kötü babalar, kötü okullar, kötü sokaklar, kötü aşklar bir bir içimize saplandılar…
Biz kim miyiz?
‘Biz bu dünyanın şarkı söyleyen ve dans eden pislikleriyiz’

AKORSUZ KALPLERE ARPEJ BASAN YAZI



Beyninizin atmaya kıyamadığı 4-5 yaş anıları, sanrıları vardır… Bilinçaltınızın bir köşesinde yer etmiş ilk aşkların, ilk öpüşlerin, ilk terkedişlerin hemen arkasına katlanmış; olur da bir gün hatırlanmayı bekleyen..
Benimki de Bugs Bunny Aristoluğu, Şeker Filozof Decartlığından gelen "bu insanlar ne için yaşıyor?"culuktu..
Cevabını da dört kenarlı bir alette gördüğüm türlü çizgiselden çoktan bulmuştum; tüm o insanlar birilerini arıyordu..
Otobüsünü beklerken sabırsız kalıp saatine bakanlar, büfelerin camlarına bozukluk tıklatanlar, çabuk çabuk kepçelerle kumpirleri doldurup tepsiye fırlatan ustalar... Sanırdım ki hepsi O' nun telaşındalar.. İsim de verememiş, benzerlerine uyduramayıp O adını takmışlardı.. Tüm hayatları O' nu beklemek üzerineydi.. Beklerken de sıkılıp birkaç iş yapıyorlar işteydi, amandı..
Sıra bana da geldi diye düşünmeye başlamıştım..Eee koca adam olmuştum artık, tek elimle salondaki koltukların ön bacaklarını kaldırabiliyordum ne de olsa !!

Şimdi yağmurlu günlerde neden kahvaltımı ekmek arası yaptırıp oturma odasındaki camın önüne kurulduğumu, her "İn artık mermerin üzerinden, üşütüp hasta olcaksın!" laflarını "ya git yaa!" diye tamamladığımı, akşam 6 olup Yalan Rüzgarı' nın başladığını anneme haber vermem gerektiğinden kırıla-sıkıla camın başından ayrıldığımı -belki okuyorlarsa- bizimkiler anlayabilir..
Yağmur yağıyordu, seller akıyordu.. Bugün "Arapkızı" kesin camdan bakıyordu.. Bakıyordu işte!! Karşıdaki küsür yüz konutluk öğretmenler sitesinin bir camındaydı, ben de gün boyu O'nu bulmaya çalışıyordum..
Bir süre için hayatınız bir dönüm apartmansa, empati yoksunu sempati sebebi çocukluğunuzun hayata baktığı tek pencerenin olduğu oturma odasındaysa, pek tabii karşı apartman komşuları Arapkızı, apartmanların hemen arkasında görülen yeşillikler de "Şu yeşiller Rize mi Şeyda Hala?" sorusunun "Evet" cevabı olurdu..
Nitekim olmuştu da… Planım belliydi; o yağmurlu günlerin birinde merdivenlerden inip yolun karşısındaki apartmandan Arapkızını alıp, beraber Rize(!)' ye gidecektik.. Yağmurlar duracaktı.. Yağmur olmayınca da yerini dünyanın etrafında döndüğü sobaya bırakacaktı.. Ama yine de O isterse beraber camdan bakabilecektik.. Bu sembolist ilişkimiz karşılıklı anlayış üzerine kuruluydu yani..
Yağmurlu günlerde mermer üzeri bekleyişlerim uzun süre devam etti; tüm o sürelerde oturduğum yerler ekmek kırıntılarına da ev sahipliği yaparak..
Ta ki bir gün rüyamda aynı yolun karşısına bisikletimle geçerken gökyüzüne yükseldiğimi görünceye kadar..
Rasyonalist ve aydın bir çocuktum.. İnsanları dünyaya leyleklerin getirmediğinin bilincindeydim.. Yalana lüzum yok, öpüşüyorduk işte.. Uçmak için de ölmek gerekiyordu.. Başka türlü açıklayamıyordu bu rüyayı alabrus kesimli velet kafam..
Belki çok biliyordum, belki rüyamda malum oluyordu.. Öyle mağaram falan da yoktu Tanrıyla buluşacağım, belli ki beni böyle çaldırıp-kapatıyordu..
O zaman; artık yağmur görüp cam kenarına beklememem gerektiğini…Bu zaman; otobüs sabırsızlığının eve-işe yetişmek, büfe camı tıkırtılarının biskrem ve çeşitli tekel gazetelerini çabucak koltuk altına sıkıştırmak, el yakan patateslerden bir an evvel kurtulmak için olduğunu anlamıştım..
Yağmuru sevmiyorum..
Yağmur yağıyordu..
Uyandığımda kafam kazan olmuş, Beyin Beyimiz vücudumun cümle evsiz organellerine kepçe kepçe çorba dağıtıyordu..
Seller akıyordu..
Arapkızı kimdi, nerdeydi, nasıldı geçmiş günü, şimdi neler yapıyordu?

DALGASIZ DENİZ OLMAZ, DENİZSİZ DALGA

yağmur yağdı bugün. bir şey olsun istedim. bir anda beklemediğim güzel bişey olsun.

yıldız tozları, parıltılı kıpırtılar.... bekledim alıştığım gibi. olmadı. ama bi dakka, daha gün bitmedi!
pırıltısız ve yıldızsız, hatta bi de akılsız bişeyler karalayayım dedim.


evvel zaman içinde
kalbur saman içinde
keçiler berber iken
develer tellal iken
horozlar imam iken
ben dedemin beşiğini
tıngır mıngır sallar iken
bir deniz varmış karalar içinde
bir dalga, kumsallar peşinde
deniz dalganın siperinde
dalga denizin düşünde
sürüklenip beraberce
yol almışlar öylece
iç içe ve peş peşe

az gitmişler, uz gitmişler
dere tepe düz gitmişler
bir gün hayatlarından bezmişler



dalga "git" demiş denize
karışma benim işime
sen başka uğraş bul kendine
kumsaldır benim istediğim
kuytu bir taş, suskun bir kum tanesi
dinleneceğim bir huzur köşesi
fırtınasız ve kuru
senden uzak ve duru

deniz gitmem demiş dalgaya
gidemem anlasana
dalgasın sen ama
bensiz yoksun aslında
kumsallar istersin bilirim
huzurlu, kumlu ve kuru
,
,
arkası başka bir sıkılma an'ına

...

…Eğer derse yetişeceksem erken kalkmalıydım. Yanıma almam gereken fazla bir şey yoktu. Bir kendim birde mp3üm. Daha yaşadığım yeri düzene oturtamamışken kendi hayatımı bir yola sokmaya çalışıyordum. Aslında tek yapmam gereken okuluma adam gibi gidip gelebilmekti.
Otobüsü bile son anda yakaladım ve boş bir yer bulmak amacıyla göz gezdirdim. Sanki oturunca ne olacaksa. Otobüsteki insanlar şöyle bir bakındım kafamın içindeki boş yankılarla. Hepsi benden ayrıydı ama aynı zamanda benimle bağlantılıydı. Kim bilir belki bir gün benim yazdığım programları kullanacaklar ya da benim yaptığım şarkıları dinleyeceklerdi. Şu anda bizi birbirimize bağlayan tek şey aynı boktan otobüste rahatsız bir vaziyette yolculuk etmekti.
Onu gördüm bir anda. Kapının yanındaki tek kişilik koltukla yalnız başına oturup müzik dinlerken. Bana kapıyı açan meleği. O an için sadece bir sınıf arkadaşından ibaret olan daha sonrası içinse manası bütün hayatımı kapsayacak olan kişiyi. Onun bundan haberi yoktu benimse hiç yoktu. O mavi gözünden girecek mermiyi benim ateşleyeceğimi bilmiyordu hoş bende bilmiyordum ya neyse. Başıyla hafif bir selam verdi. Bende selam vererek yanına doğru yol aldım. Başka koltuk olmadığı için ayakta beklemek zorundaydım.
Aynı anda kulaklıklarımızı çıkardık ve sohbete başladık. Aslında sorulması gereken onca soru varken benim ilk sorum çok absürd kaçmıştı. Henüz birbirimizin ismini bile bilmezken- en azından ben öyle zannediyordum- İlk sorunun “Hangi grubu dinliyorsun?” olmuştu. Gelen cevap ise beni daha çok şaşırtmıştı. Eğer öyle birisinin benimle aynı şeyi dinleyeceği üzerine bahse girseydim herhalde hayatımda kazanamadığım birçok bahisten biri de bu olurdu. Belki de en büyüğü. Asıl konuşma başladığında sormam gereken ilk soruyu sordum:” Birbirimizin adlarını hala bilmediğimizi fark ettim. Kusura bakma,”. Gelen cevap ise otobüsteki ikinci şaşkınlığı mı başlattı. “ Sen öyle zannet Deniz,” diye bir cevap alacağımı gerçekten bilemezdim.
İnmemiz gereken durağa geldiğim zaman o Mavi Gözlü inatçı melek adını söylememekte ısrar ediyordu ama ben öğrenmeye kararlıydım. Hem önümüzde yürümemiz gereken 15 dakikalık bir yol vardı- yaklaşık 4 müzik parçası uzunluğunda. Ben adını öğrenmek isterken o bana kulaklığını vererek beraber dinlememizi istedi ve ismini öğrenme şansım yok olmuştu. Elbet öğrenecektim o adı öyle ya da böyle.
Beraber yürürken yanımızda bir araba durdu. İçinde ki kişiyi ben tanımıyordum ama yanımdaki tanıyordu sanırsam ve işte o an ismini öğrendim. Bizi okula götüren arkadaşın ismi Boran’dı. Galiba hayatımda ilk defa duymuştum bu ismi. Kendi ismimim ona söyledikten sonra araba da birden çok yüksek sesle rap çalmaya başladı. Her ne kadar bu müzikten hoşlanmasam da dinlemek zorundaymışım gibime geliyordu. Sonuçta araba onun kurallar ona aitti. Asıl ilgimi çeken şey parçayı söyleyen sesin bizi arabasıyla alan kişinin sesine benzemeseydi.
Okul yolu kısa olduğu için ona bu soruyu soramamıştım ve asıl bilmediğim şey ise ileride bu kişi ile olan ilişkim akla hayale gelmeyecek biçimde gelişecek ve çok yakın iki arkadaş olarak aynı evde yaşamaya başlayacaktık.
Sınıftan içeri girdiğimizde ders çoktan başlamıştı ama hocanın iyi niyetli olması sayesinde yerlerimize geçmiştik ve o da yanıma oturdu. İşte o zaman bir şeylerin değişmeye başladığını anlamıştım. Çünkü içimde ki kıpırtının ne anlama geleceğini iyi biliyordum ama şu zaman zarfı içinde bunu düşünmek istemiyordum sonuçta benim önceliklerim farklıydı kendime göreydi. İkinci bir kişi bana yükten başka bir şey olamazdı. Zaten onun kabul edeceğini kim söylemişti ki.
Öğle arasında her zaman yapmak istediğim bir şey vardı:Spor salonuna gidip basketbol ya da insan varsa voleybol oynamaktı. İçeri girdiğimde sabah beni arabasıyla alan arkadaş orada tek başına atış çalışıyordu. Benim geldiğimi gördükten sonra topu bana attı ve maç için hazır olup olmadığımı sordu. Sonuçta bu teklife hayır diyemezdim. Ona doğru yürürken peşimden salona giren kişiyi henüz görmemiştim.
Keşke her şey bu kadar hızlı başlamasaydı…

LASTİĞİ GEVŞEK AŞÖRTMEN

O gün odamda oturmuş hem Afrika savanalarını hem de NBA oyuncularını düşünüyordum. Hayatlarına imrenerek bakıyordum. Bir de kendi odama baktım ve hatta kalkıp aynada kendi halime baktım. Üzerimde beyaz bi fanila, altımda lastiği gevşek aşörtmenim, çelimsiz ve dövmesiz bir beden. “Ne kadar da NBA hayatından uzak bir kimseyim” dedim. Ve derhal tüm bu gidişata son vermeye karar verip, koridora çıktım.

Mutfağa vardığımda patatesleri bulmakta hiç güçlük çekmedim. Bir geyik yavrusunu gözü kapalı bulan bir leopar kadar kendimden emin ve kusursuzdum. Patatesleri derhal ikiye kestim. Patates baskısı yaparak vücudumun her yerine dövme yapacaktım. Çünkü eğer bir NBA oyuncusu olmak istiyorsam dövmem olmak zorunda idi. Bu arada kaslarımın da olması gerektiğini hatırlayıp mutfak masasını 6-7 kere kaldırıp indirdim. Zorlanmaya başladığımı hissettim ama durmadım. 4-5 kez daha kaldırıp indirdim. Son kaldırmamda dengemi kaybettim. Masa devrildi. Ortalık cam kırıkları, reçeller, ekmek parçaları ile doldu. Bacak kaslarımı da 7-8 kere sıkıp gevşek bıraktım. Patateslerimi alıp çıktım mutfaktan. Doğruca annemlerin yatak odasına gittim.

Artık tüm malzemelerim elimde, odamdaydım. Bastım mürekkebi patates baskılarıma. Soyundum. Her yerime dövme yaptım. Saçımı örmeye çalıştım ama olmadı. O yüzden dazlak bir zenci basketçi olmaya karar verdim. Saçımı traş ettim. Mis gibi oldum. Rahmetli nenemin damağını yani dişliğini de ağzıma taktım. Dövmelerim, saçım ve dişliğimle mükemmel olmuştum. Allen Iverson dan tek eksiğim derimin rengi idi ki onu da birazdan halledecektim. Başımdan aşşa mürekkebi boca ettim. Gözlerim ve dişlerim parıldıyordu. Gülümsedim. Babamın takım elbisesini giydim. Dedemin şapkasını taktım kafama. Mp3 çalarımı da kulağıma taktım. Maça çıkmak için soyunma odasına doğru ilerleyen Lebron James ten farkım yoktu. Koridora çıktım.


Hakemin çığlığı kulağımdaki 50 cent i bile bastırmıştı. Beni koridorda üzerime 4 beden büyük gelen babamına takım elbisesiyle, dedemin şapkasıyla, boynumda kendisine ait uzun uzun kolyelerle, yüzüm simsiyah ve ağzımda nenemin dişleri ile görünce bayıldı. “Relax refrii” dedim “Maça çıkıyoruz ve triple double kesin yapacam” dedim. Ve derhal daha önceden babamın takım elbisesinin pantolonun yanlarını kesip 404 ile yapıştırdığım bölgelerden tutup çektim, yandan çıt çıtlı aşörtmenler gibi. Çıkarıp attım bi kenara takım elbiseyi aynı Michael Jordan gibi. Babamın gözleri belerdi. Üzerimde uzun dizlerime kadar inen şortum ve üzerine 23 yazdığım fanilamla kalmıştım. Kaslarımı sıkıp, kollarımı da göğsümde kavuşturup yan durarak bir süre bekledim. Bedenimdeki dövmeler ile hakkaten etkileyiciydim. Babamın dövmelerime hayran hayran bakışını izledim. Artık maç zamanıydı. “I love this game” diye haykırıp minimal kalça hareketleri ile oynadım. Bir yılan gibi kıvrılıp smaçları vurasım vardı. Derhal babama doğru yürüyüp poposuna sevecen bi şaplak attım ve sağ yumruğumla kalbimin üzerine 5-6 kere vurdum. Babamla göğüs göğüse çarpışmak için 3-4 adım geriye gidip koşarak, uçarak ona doğru harekete geçtim. Babam yerde baygın yatan annemi bırakıp, bir atmaca çevikliğinde bana havadayken okkalı bi tokat attı. Babam bana adeta Federer gibi vurmuştu, ben de patlamış bir tenis topu gibi savrulduğum yere yığılmıştım. Nenemin dişleri ağzımdan uçtu gitti. “Baba bu bi kasti faul. 2 serbest atış ve oyuna yandan biz başlıcaz” dedim. Elimle de mola işareti yapıp anneme baktım. Bençe oturup zenci kankalarımla kikirdeşip gülmek istiyordum çünkü.

Annem kendine gelmiş bu kez “Bu mutfağın hali ne!!” diye ağlarken ben kızgınlıkla ve haksızlığa uğramış bir tonda “Anne sabahtan beri mola istiyorum görmüyosun ya!!! Ne biçim hakemsin” diye bağırıp, soyunma odama doğru depara kalktım. Babam arkamdan bi bizon sürüsü gibi gürültüler çıkararak koşmaya başladığında, odama girmiş, kapımı kilitlemiştim. Babam kapıyı yumruklarken, ben çoktan kulağıma mp3 playerımı takmış yerde, 50 cent eşliğinde hip hop hareketleri yapıyordum. Yerde sırtımın üzerinde tortop olmuş dönerken kafamı yatağa çarpıp, bayıldım...


EDİTÖRLERDEN
Merhaba sevgili okur,
İlmek ilmek örmeye çalıştığımız bu nakışa bir motif de sen işle!
Yaz, çiz, gönder!
NOT: Dergimizin mail grubunu oluşturduk. Üye olarak derginin çıkışından
haberdar olabilirsiniz. Ayrıca, 6. sayıdan önce yapacağımız dergi buluşmasına
da katılmanızı bekleriz. Toplantı yer ve saati blog adresinden ve mail grubundan
duyurulacaktır.
Gruba üye olmak için http://groups.google.com.tr/group/ahkamdergi adresini
kullanabilirsiniz.

AHKAM
aylık alternatif edebiyat dergisi
SAYI 5
ARALIK 2009

editör: Tuğbalar
kapak tasarımı: Birhan Koçak
mizanpaj: Tuğba Köse
çizimler: Esma Sereli
basım: Net Copy
iletişim:
ahkamdergii.blogspot.com
ahkamdergi@gmail.com
21 Kasım 2009 Cumartesi


BELİREN

‘Of anam gene çok içmişim,başım çatlıyor’ diyerek uyandı. Hemen cep telefonunu eline alarak dün gece yaptıklarını telefon rehberindeki bütün kızlara mesajla anlattı.

Ne olmuştu da her şey bu hale gelmişti? İçkiyi ağzına koymazdı Allah için. Fakat o Jazz Stop vardı ya,boyu devrilsin o Jazz Stop’un! Birkaç arkadaşı onu zorla bu bara götürmüş ve bu merete başlatmıştı. Bu huyu yüzünden onu insan içine çıkaramıyorduk. Zira bu görgüsüzlüğünü açıklamak bizim açımızdan kabil değildi.

Nereye gitsek hangi kapıyı açsak karşımızda beliriyordu; başı gene içmekten çatlamış ve huri huri diye ağlanarak. Ha tabi bir de o tipine bakmadan çapkınlığıyla nam salmıştı taksim eşrafında ve her limanda bir manita bıraktığını iddia ediyordu.

İslami evlilik sitelerine yaptığı üyeliklerden hiç bahsetmeyelim. Çünkü telefonuna gelen mesajlarda gördüğümüz “merhaba ben gönülden sevenler sitesinden Hümeyra. Sizi çok beğendim, tanışıp evlenmek isterim” mesajını hala zihnimizden çıkaramıyoruz.

Yanımızda yöremizde gördüğü her XX kromozomuna asılması onun için bilindik bir davranış olmuştu. Irzımızı namusumuzu koruyamıyorduk lan! Peki bütün salaklığına rağmen Nuriye’ye de asılması? Onu görünce otuz yaşındaki adamın yeni gelin gibi kıkırdayarak ‘ay içim bi hoş oldu’ demesi? Daha fazla dayanamayacağız dostlar. Belli ki beliren daha çok canlar yakacağa benzer.

GEMİ

Ne vakit inanmazsın perilere
Derler ki o vakit,
Bir peri sessizce ölür
Ve ne vakit karıştırırsan geceyi gündüze
Bir yanın safi güneş
Diğer yanın hep gebe karanlığa
Siyahı doğurur
Sözlerin içini dolduramadığında
Yük olurlar yüreğe
Tam zamanıyken içini dökmelerin
Durma, haykır yenilişini
Sen ne vakit kaybedersen geleceğini
Dünün taşıyabileceğinden ağır
Bugünün yaşayabileceğinden az olursa
Unut tüm bildiklerini
Zamanı yolculuğa yolla
Unutma ne vakit bir mum alevinden yakarsan sigaranı
Bir denizci sessizce ölür
Unutuşlarını hiçliğe hapsetme
Ölüm en yakınındır
Öteleme…

...

üşüdüm bugün
ayakkabılarım su alıyor
yürüdüm bugün suyun içinde
her su birikintisinde kendimi gördüm
üstüne bastım geçtim suretimin
suretimde seni gördüm
suyun kırılmasına uğramış garip bir yüzsüzlük gördüm

üşüdüm bugün
ayakkabılarım su alıyor
yürüdüm bugün suyun içinde
her su birikintisinde herkesi gördüm
senin dışında

ZİN

Zin’i nerde görsem
Varlığım yokluğuna yanar
O öyle gerçek ve düş birlikteliğiyken
Adımı unuturum, eksilir ömrüm
Böylesine yakınken bana, uzaklığına şaşarım
Her an onu dilemek…
Beklemek ansızın çıkagelmesini…
Umudum örselenir
Bekletmesen?
Zin’i nerde görsem
Ansızın uçuverir bir gök içimden
Dursan, durdursan apansız gitmelerimi?
Ağır aksak bir yolcuyum
Gittiğim her yola tutsağım
Hem eksik bir yanım
Bir boşluk ki tarifi imkansız
Canlandırsan yüzümde donan gülüşlerimi?
Eğer ki Zin’sen,
Alemlerce aradığım sensen,
Sadece kendini alıp
Bırakıp dünü, yarını
Bana yüzünü dönsen…

KAR

‘dans etmek istiyorum.’
‘açtım müziği,hadi elele dans edelim.’
‘ama dar gelir bana bu beton içi.kırlara çıkalım mı…’
Kırlara gitmek istiyordu genç kadın. Kafasını kaldırdığında gökyüzünü görerek dans etmek.
Ve düştüler yola gecenin seherinde. Kar yeni yeni düşmeye başlamıştı, ürkek. Genç adam sordu –yüzü ona dünyalardan güzel gelen- kadına;’korkuyor musun?’dedi ki güzel kadın:’senin ellerinleyken mi? ya sen?’ dedi ki güzel adam: ’ellerin benim ellerimdeyken mi?’
Sustular bir anda.
Açıklığa geldiler. Adam sırtından akordeonunu çıkardı. Gecenin seherinde çalmaya başladı. Kuşlar da ötmeye başladı. Bütün hayvanlar yanlarına toplandı. Nağmeler yükseldi. Genç kadın ellerinde nağmelere bulandırılmış karlar ile dönmeye başladı…
Sabaha kadar..
Düş bitti. Uyandı. Ağladı.

HAFTADA 3 GÜN ÇALIŞALIM KAMPANYASINI BAŞLATIYORUM!

Evet başlatıyorum çünkü mis gibi doğduktan sonra saçma sapan bi sürece giriyoz biz. Bir böbürlenmeler, bir araba anahtarını parmağımızda çevirmeler. Bu güzelim dünyaya gelmişiz bundan büyük mutluluk mu olur allasen. Keyfini çıkarsana işte ne anahtar sallıyon göt! Bize neler oluyor onu hiç anlamıyorum. Neyi anlamıyorum? Çalışma sektörünü. Çünkü çok saçma. Para diye bişey var. O paradan bize vermiyolar. Çalış o zaman veririz diyolar. İyi tamam deyip çalışıyoz. Ayın 1 i dedi miydi hesabımıza para yatırıyolar. Biz de sevinip o parayla avakado, ferrari, ev, mojito felan alıyoruz. Sonra ne oluyor? Paramız bitiyor. Oldu mu şimdi? Olmuyor. Param bitti diyoruz ve tekrar para istiyoz yine çalış diyolar???? Olm bunun sonu mu var? Siz benle dalga mı geçiyorsunuz lan amcıklar! Para hep bitiyor??? Eee ben sürekli çalışacam mı? Azınıza sıçim sizin ben! Neyse konumuza dönelim


Olm şimdi biz dünya gezegeni olarak delirdik sanırım. Niye lan çıldırmış gibi çalışıyoruz? Haftanın 5 günü? bazen 6 hatta bazen de 7 gün? Sebep ne? Nereye yetişmeye çalışıyoruz? 4 yaşında okula başlayıp danalar gibi okula gidiyoz felan. O yaşta senelerce sabahın köründe uyan. Servis bekle, olacak şey değil. Sonra ortaokul lise üniversite. Sonra tam bunlar bitiyo nefes alıcaz sanırken çalışmaya başlıyoz. Sonra da çalış baba çalış. Lan olm haftada misal 3 gün çalışsak nolacak ki? Hiiç. Daha az üretip daha az tüketeceğiz. E ne olacak o zaman? Hiç bişey olmayacak. Know how!!! Oşt! Sanki bana rakip bi gezegen var amına koyim! Ne lan bu panik? Kime lan bu hava? Uzayda tek başımıza takılıyoz şu an için çünkü şu anki bilgilerimiz öle sölüyor. Ya da diyelim var başkaları bu neyi değiştirir ki? Zamanla gene buluruz onları di mi? Nasılsa o zaman da insan olur dünyada. Ya da biz niye bulalım ki onları, onlar bizi bulsun. Onlar çalışsın hayvanöküzü gibi. Hayret bişey sanki bana bizim bu eşşek gibi çalışmamız yüzünden bişey olacak. Hadi zaman makinası ya da ölümsüzlüğü bulsak tamam derim de onlar da yok. Armut gibi ona buna e-mail yazıp ticaret felan yapıyoz. Hepimiz satılmış tüccarlarız! Bak yine aklıma geldi zaten deli oluyorum o olaya. Olay ne? Amına koduklarım kesin biz öldükten sonra ölümsüzlüğü bulacaklar. Olay bu! Biz burda maymundan hallice genetiğimizle ofis şeklinde kafeslerde yaşarken adamlar ölümsüz olacak. Götler! Fuck you next generations!! Die madafakaas!!


O zaman niye bu kadar çok çalışıyoz? Cevab veremedi. Bence anlamsız. Düşünsenize kırları deniz kenarlarını ormanları. Hepsi bizi bekliyo lan. Ama biz durmadan o siktimin ofislerine, dükkanlarına gidiyoz. Açıyoz klimayı oh mis deyip internete giriyoz. Çalışma hayatı da bu ha. Tüm dünyalılar ofislerinde tıkır tıkır çalışıyor gibi görünüp aslında ekşi sözlüke, porno sitelere, moda sitelerine, bloglara, dedikodu sitelerine, araba sitelerine felan giriyor. Gugıl earth de evini mahallesini arıyor, bulup seviniyor. Sabahtan akşama kadar bekleşiyoz o duvarların arasında. Çet ediyoz, feysbuktan birbirimizi pokluyoz. Saat 6 oldu muydu seviniyoruz salak gibi. Neye seviniyon mal?! Edi misin büdü müsün lan sen en sevdiğin sayı altı! piç!!! Bunun için mi geldik olm biz dünyaya? Bir sayıyı sevmek için mi geldik! Zaten 9 ay ana karnında beklemişiz sonra da kalkıp bu ofislerin içinde bekleşiyoz. Sürü halinde koyun gibi, keçi gibi öğle tatilinde dışarı sökün edip sonra geri geliyoz ofislere. Akşam da 6 oldu muydu sürü yine bu kez eğlenmeye gidiyo mal gibi. Çobanın biri çok temiz güdüyo bizi kavalıyla lan farkında değil miyiz? Sonra da akşam yorgunluktan hemen uykumuz geliyor, yatıp uyuyoruz. Hepimizin amına koyim ben. Bazen o hayvanlara, aslanlara, köpekbalıklarına imreniyorum. Adamlar mis gibi yatıyo orda burda. Stres yok, kredi kartı borcu yok, bi yere yetişme derdi yok. Nerde akşam orda sabah. Ful pansiyon her şey beleş. Bence ondan bizle konuşmuyolar. Gerzekler diyolardır bizim için aralarında eminim. Çok eskiden hayata bizle beraber atıldılar ama şu bizim geldiğimiz noktaya bak. Kasko diye bişey icat etmişiz amına koyim. Kasko ne lan yarraam! Evrim geçirdik ama adam olamadık. Tavşanlar bile bizden iyi. Paso havuç, paso doğa. Helal olsun lan size beyaz dostlarım, falcı piçler!


Bir kampanya patlasın. Kimse çalışmasın olm! Ya da 3 gün çalışın maximum. Hadi ben bu hafta başlıyorum haftada 3 gün çalışmaya, Pazartesi işe gitmicem. Siz de gitmeyin. Bak Pazartesi günü yolda işe giden görürsem ebenizi sikerim piçler! Satış yapmayın.
Kampanyayı globalleştirme adına ingilişçe metin de hazırladım.

Dear proleterians,
Why we work 5 days? or 6 sometimes 7 days!!!? Tell me why???! Bullşit! Let's work 3 days from now on. For example I am not going to go to work on Monday! I will go to the seaside and swim and have lots of fun: ))) What about you? Asl? I believe you wont go too. And if i see you on the street on Monday and ask you “where are you going? if you reply as “i am going to work” I will fuck you biçız!! Lets kick ass of capitalism. Only work 3 days a week maybe 2 days. And if your boss asks you “my worker my worker, dont lie to me, tell me where did you sleep last night?” tell him “none of your business biç!” He will accept you and cry. Tell everybody this in earth.
Best regards,
A proleter.”

CAMUS’ye MEKTUP

sevgili camus;

nasılsın? iyi misin? annen nasıl? hanım nasıl? sorularıma cevap vermeyeceksin, senin iyi olup olmadığını merak etmeme de sinirleneceksin. tavırlarını anlamaya ve de filtrelemeye çalışıyorum ki, obijektiv bir tutum geliştireyim sana. subijektiv perspektivten yanasın camış, -camış çağrışıyor evet- olaylar ve olaylara sebep şeyleri değerlendirmek konusunda insanı şoke eden soruyu soruyorsun "ne fark eder?". yahu nasıl ne fark eder?


eve geliyorsun böyle, camdan dışarı bakıyorsun. nuri bilge ceylan paçalarından sızıyor, bir deliğe saklanıyor kıvrıla kıvrıla. hani barda iki sevgili görmüştük birbirlerine bakarken birbirlerine bakmadıklarını söyleyen lacan'a küfretmiştin, haklıydın o anda da, sonra da öyle olmasa bile ne fark eder diye ekleyip yine beni yarmıştın. eve geliyorsun, cola mı çay mı diyorum ne fark eder diyorsun. ntv mi, discovery channel mı diyorum ne fark eder diyorsun. ya, sen nasıl bir ev arkadaşısın, oturuyoruz böyle ağzından bana uyar lafından başka laf çıkmıyor. bana öyle geliyor ki yaptığımız hiçbir şeyden zerre zevk almıyorsun, ya da aldığın zevki seçimlerinin doğruluğuyla ölçmüyorsun. mesela cola'yı seçtim, eğer çayı seçseydim bu kadar iyi hissetmeyecektim kendimi, o halde bu doğru ve isabetli seçimimden dolayı kendimi mutlu saymalıyım mı diyorsun? ya da gelişigüzel seçimlerin sonumuza etki etmeyeceğini, aldığımız zevkin şimdiki zamanda sadece çekimlenmiş bir tat olarak kalacağını mı söylüyorsun? yaşanıp bitiyor mu camus? ya git ayaklarını yıka pis.


muhabbet ediyoruz eve gelen arkadaşlarla. hepsi de böyle ilginç sakalları, canvas pantolonları olan adamlar, leşler afedersin. camus, hepsinden iğreniyorsun ve de iğrenmiş olmanın bir şeyi değiştirmeyeceğini, bu adamların daha temizinin de bu adamlar kadar leş olacağını söyleyip duruyorsun. yahu adamlar halıya bira döküyorlar, viski lekesi gibi görüyorlar. biranın halıda yarattığı lekeyle, viskinin halıda yarattığı lekeyi aynı ölçekte değerlendiremiyorlar. sen de adamlara "dostlarım bugün içtiklerimiz, daha önce içtiklerimizin en güzelidir" diyorsun. yahu bugün içtiğimiz şey sadece bira, yarısı da halılara döküldü. adamları neden uyutuyorsun? camus, bu hazcı yaklaşımların delirtiyor beni. sen bir ev arkadaşı olarak tavrını koymalısın, şöyle demelisin "biraderlerim hiç eğlenmiyoruz artık, star wars üzerine yaptığımız diyalektik çıkarımlar da faso fisoydu, böyle sikko muhabbetleri yapmamızın anlamı yok, şimdi gitmenizi rica ediyorum". gitmiyor adamlar, gitmiyor camus. oturuyorlar, pes oynuyorlar, sigara içiyorlar, siniyorlar bir köşeye ama gitmiyorlar. camus, böyle ekosistemi sikerim ben. bugün bulaşık sırası da sen de. hadi bakayım "ne fark eder yıkarız, bana uyar" diyen diline kurban.


senin hatun geldi geçen gün. dedi camus nerde, dedim evde yok. ne zaman gelir dedi, bi kaç saate gelir dedim. hatun oturdu bekledi seni, seni sorup durdu, çamaşırlarını falan kokladı, pis kokanları -hepsi pis kokuyordu- çamaşır makinesine attı. ikimize kahve yaptı, karşılıklı içmiş bulunduk. kahve yapma fikri aslında yeterince rahatlatmıştı beni camus, eğer o kahveyi içmeseydim de aynı rahatlığı yaşayacaktım. buna ne diyorsun camus? senin hatun senden az biraz sıkılmış galiba, sürekli kendinden bahsetti çünkü. bakışları da dışarıya dönüktü camus, bir kaç güne kalmaz seni terkeder. triplere girmiş hatun, yok camus beni siklemiyor, yok camus bana ilgi göstermiyor, yok beni ellemiyor falan. yenge dedim, fransızca yenge dedim camus, sen de camus'ye ilgi göstermiyorsun. burda bu konuşmaları yapmış olman, şu kahveyle gönlümü alman falan faso fiso, camus'ye bakışlarını inceledim, onun kafatasına bakıyorsun sürekli. orda ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorsun, onun bir kere de gözlerine bakarken görmedim seni -gözler kalbin aynısıdır-. yenge celallendi, sana ne falan dedi camus. fakat, sonra biraz yatıştıktan sonra, bana hak verdi. benden sana kendisinin yollu olduğunu söylememi istedi. camus, yenge yollu, ayağını denk al.


camus, sen fransa'dan dönmeden önce şunu da söyleyeyim, ben yengeyle bir kaçamak yaptım. seni bilinçli seks diagramları ile aldattık. "camus böyle dokunmazdı" bana diye inledi, o an lacan'cı aklım "camus bana böyle dokunuyor şu anda" diye düşünüyor dedim yenge. yanlış mıyım camus? yenge sırf senin boşluğunun amorf halini şekillendirmek için bana kahve börek yaparak beni kafaladı, sonra da bundan pişmanlık duymak istedi. pişmanlık safasında, seni aldatmış olmakla ilgilenmedi, seni aldatabiliyor olmanın seni gerçek kıldığını fark etti galiba. yani yenge, bana dokunurken seni hissedip, seninle olan organik bağlantısını kafasında canlandırıp sana bir kez daha hayranlık duydu ve benim seksüel gücümün sende olmamasına üzüldü. bunu da pişmanlık sandı, sende olan bir eksikliği bir başkasından alarak seni tamamlamış olması camus, senin hatunun kafasının pek çalışmadığını, seksüel güdülerine kurban bir köle olduğunu göstermez mi?


camus, yengeyle yatmadım. adasjfajsf. korkma lan. şimdi diyebilirsin ki, sende yengeyle yatma fantezisi var, sen benim hatunla fiziksel olarak yatmamış olsan bile, zihinsel olarak tam bir cinsel birleşmeyi yaşadığına göre sen bir orospu çocuğusun. fakat camus, ne fark eder ki? adfasdfja.

neyse, şarap getir.

İKİ

Gözlerini ezen ağırlık, perdeden sızan ışıkla buluştuğunda vücudunun bir kat daha deri giydiğini zannetti. Çok geçmeden kıyamet gününün gelip çattığını fark etti. Kıyamet günü diyordu çünkü, görünmez yuvarlak görünür şişliğe ulaşmıştı. Kıyamet günüydü çünkü, şişliğin gökten zembille inmesinden sonra suratlara giyilen tavırlar, zoraki kahkahalar, duvarsı bakışlara gömülecek; misafirliğe gelen bisküviler taş olup kafada kırılacak, peluş yastık, ipek gecelikler güvelerce kemirilecekti. Kıyamet günüydü çünkü, artık iki kere giyinecek, iki kere susayacak, iki kere ağlayacak ve defalarca lavaboya koşacaktı. Muhtemelen merkez şehirden gelen telefonlar surata kapanmakla kalmayacak, o surata tükürecekti de. En fenası da sorgusuz sualsiz gelen ve sorgusuz sualsiz giden paranın bir daha soru sualle dahi gelemeyecek olmasıydı. Nihayetinde ortada bir kız-kadın, bir bebek-piç, bir adam-baba yoktu. Bir zamanlar vardı –tam da olmaması gereken zamanda- artık olmayacaktı. Aynaya baktı önce, sonra dayanamayıp kafasını çevirdi. Her şeyi bu kadar açık seçik görmeye tahammülü yoktu. Göz ucuyla diğer tarafta bulunan pencerenin camındaki silik görüntüsüne baktı. Dağınık saçları, yaşamındaki karmaşanın yansımasıydı adeta. Gittikçe donuklaşan bakışları, aylarca süren hıçkırık saatlerinden sonra benimsediği gamsız ruhunun gören hali olmuştu. Ellerinin arsız titremesi, sarkak yürüyüşü, dengesiz soluk alışverişleri sırtındaki kambura binmişler, karnındakiyle birlikte hayatını yalpalayarak geçirmesine el vermişlerdi. “Sıkışıp kalmışlığının vesikası, benim suretimle eşleşmesin” diye mırıldandı dudaklarını zorla açarak.
Dilediğince mühürler bağlasın, yine de aklında düşünemediği ağzına düşmüştü. Onun karnını yırtmasına, dünyaya nefes katmasına izin vererek özgürleşeceğini, cesaretin ta kendisine meydan okuyacağını düşünsün; < kadınlık gururunun> örselendiği fikri çomak sokuyordu bilincine inceden. Halbuki, bütün aidiyetlerden, kutsanmış gerçeklerden, kutsal kitaplardan, meyden ve neyden arınıp paklanmıştı – kendi kirli sularında-. Şimdi fark ediyordu. Günlüğünde mürekkebe bulayıp akıttığı sözcüklere dahi, riya bulaşmıştı. Gerçeği kendi gözlerinden dahi öteleyip, yeryüzünün doğurduğu karanlığa gem vurmaya çalışmıştı beyhude. Acziyeti, teninin en kuytusunda dahi hissetti.
Çeyrek asrı üç geçe, yakalandığı bu amansız illet, kadınlığının çeşitli evrelerinde yaşadığı üst üste gelen uyanışları yerle yeksan etmişti. Tek tek üstlendiği roller, üzerine geçirdiği kostümler, direnerek aldığı kararlar, ellerini tersine açıp vazgeçtiği dualar, sığındığı damın saçağını bozma pahasına söktüğü derin inançlar, eylemler, ağız kenarlarını yırtarcasına koyverdiği bağırışlar, her bir simgeye kurban olan eller, postallar, topuklu pabuçlar, kuyulara ettiği itiraflar, ilk kan, ikinci kan, büyülü geceler, büyüsüz geceler, gizlerini arkasına sakladığı gözleriyle övünen bir kadın, özgürlükle esaretin ayrımını dolambaçta kaybeden bir akıl, kamburuna inat dik yürümeye çalışan bir beden… bir zamanlar yoğun anlamlarla bezenmiş her sözcük, pahada yüksek her rakam ve çizgileri ucu ucuna yetiştirmeye çalışan her nokta bir kadın ve bebeğin yarattığı yuvarlak bir karanlıkta yitirildi.
Bir pencerenin hafif buğulanmış silik görüntüsünden geçip gitmiş, geçmekte ve geçecek olan yaşam parçaları birkaç dakika içinde bu şekilde peyda oldu. Hızla geçen kareler tıpkı onun kadar acımasızdı. Bir melek, bir prenses, bir gelin olmayı düşlediği zamanlar ki, yüklediği sonsuz merhametten kırıntılar aradı kıyıda köşede. Belki de doğduğu andan saçmaya başladığı bu sonsuz kaynak tükenme noktasına geldiği için bir başka doğum bitişi başlangıca çevirmeye yetişti. < kadınlığın erdemleri> diyerek sıraladığı maddeler, sigarasının külüne bulaşmış şekilde duruyordu masanın üstünde. “ dünyanın en büyük zırvalığı bu” diye düşündü o an, birkaç dakikaya kadar kutsadığı kağıt parçası için. Şimdi oldukça eski satırların arasında kaybolmuş bir anısı belirdi odadaki tüm karalanmış, yırtıp atılmış karalama kağıtlarının yüzeyinde. Babasının karın uzak bir düş olduğu şehirde, yağan ilk karı göstermek için şefkatle öperek uyandırdığı o sabahı anımsadı, elini karnının üzerinde şefkatle gezdirerek. Babasının silüeti, zihninin derinlerindeki kara listeden çıkıp, kar gibi yumuşak, kar gibi beyaz bir surete dönüştü ve karşı duvardaki çerçevede buldu kendini. Bebeğini kuşandığı silahları sakladığı cephaneden soyutlayıp göğsünün alt köşesine sakladı sıcacık. Değerlerini bulma yolunda, değerlerini kaybetmiş, doğrularını karıştırmış biçare bir kadın gördü kendinde. Ancak bir ergenin sigaraya başlamasının özentisiyle eşdeğerdeydi eylemleri. Meyi neyi ayrı ayrı ne kadar özlediğini fark etti. Bir kar yumuşaklığı yokladı içini. Nihai ikindi bunalımları son bulmak üzereydi. Umutsuzluğun umuda dönüşmesi ya geceyi buluyordu ya da sabahın bir körünü çünkü. Bir vazgeçiş değil; yeni bir uyanış, bir yeni arayış…zihni durmazcasına dönüyor, bozuk bir plak olmaktan çıkıp, pikapta doğru çalmaya başlıyordu.
Hafif soğuk bir sabah, buz gibi soğuk bir hesaplaşmayla paralel koyvermişti kendini güne. Bir kağıt arandı etrafında. Hiç temiz yaprak görünmüyordu. Sonra daha önce hiç kullanmadığı eski bir defterin ilk sayfasına, daha önce hiç etmediği yeni cümleler yazdı.
‘kızım/oğlum,
Ben tutsak, korkak,güçsüz annen. Varlığın varlığımı yıkmak üzere. Nefesim ikimize yetmiyor zira bedenimi büyütürken, benliğimi küçülttün.
Ancak hiç doğmadan benden daha zekisin. Öyle olmazsa bilmez halinle bilir halime yaşamı anlatabilir miydin? Seni, ahmakça, dünyaya silah olarak kullandığım için beni affet. Ancak baban değil annen olduğum için direnmek zorundayım. Direnişim seninle güçlenip, seninle özgürleşecek. Şimdi farkındayım.
Ben özgür, cesur, güçlü annen. Kanın kanımı yeniliyor. Elbette bir geç kalmışlığın bir suçlusu var. Suçlu kim? Muhtemelen suçlu onlar. Suçlarını asla kabul etmeyecek olanlar. Belki de biri annen…
Bir zamana dek hoşça kal.’

....

Otobüse bindim ve düşünmeye başladım…
Eğer böyle ise yeni bir başlangıç. Benim tercihim belli idi. Yeni bir okula gitmenin heyecanını barındırıyordum içimde. Bana ait ama benden uzak…
Bu benim ikinci üniversitem idi. İlkini çeşitli olumsuz koşullar yüzünden bırakmak zorunda kalmıştım. Tekrardan büyüdüğüm şehre geri döndüm ikinci bir şans için. Sırt çantamı dün akşamdan hazırlamıştım. İçinden sadece bir defter, bir kalem ve yolum uzun olduğu için okumak için bir kitap.
Kapıyı kilitleyerek evden çıktım. Evimde benden başka canlı yok. Böcekleri saymazsam. Eğer bana sorsalar okulun gidişatı hakkında tek bir fikrin var mı diye onlara verebileceğim bir cevap yoktu. Kendimi hiçbir şeye hazırlamadan yola çıktım. Her zamanki gibi doğaçlama yaşayacaktım her şeyi. Daha önce yaşadığımda bir avantajı olamadı benim için ama neyse.
Bu sefer biraz da olsa hazırlığım vardı. Okul öncesinde birkaç kişi ile tanışmıştım ve ümit ediyordum ki okulda tanıdık bir yüze rastlayabileyim. Bunun acınası olduğunu hiç sanmıyorum. Tek sorun kendimi yalnız etme düşüncesi ve bir savaşın içine gireceksem bununla tek başıma mücadele etmemdi. Buna ne kadar dayanabileceğim kesin değildi.
Otobüse bindikten sonra düşünmeye daha doğrusu tahmin etmeye çalıştım. Nedense tahminlerim pek doğru çıkmaz. Okulun nasıl bir yer olduğunu biliyordum. Hocaları az çok tahmin edebiliyordum. Asıl çözemediğim olay o kadar kişi arasında nasıl mücadele verebileceğimdi. Sonuç olarak ben tek kişiydim…
…bahçe kapısından içeri girdiğim zaman şöyle bir etrafıma göz atmak oldu ilk işim. Standart okul gibi gözüktü bana ama şunu biliyordum ki okul standart değildi. Seviyenin üstünde bir okuldu. Tablodan adıma baktım sınıfımı öğrenmek için. Çoğu kişi asansörü tercih etse de ben tercihimi merdivenden yana kullandım. Hızlı değildi ama sevdiğim bir yoldu. Son zamanlarda spora zaman ayıramadığım için böyle ufak tefek şeylerle avunuyordum. Kulağımda hızlı tempolu parçayla adımlarım senkron bir biçimde hareket ediyordu. ‘’ Give it away, give it away, give it away, give it away now!.. ‘’
Sınıftan içeri girdiğim anda kendime bir yer kurgulamıştım. En köşe ve kuytu yer. Hayatımın sürekli içinde yer aldığı gibi bir mekan. Bana ait, bana özel ve beni özetleyen. Kimsenin sınıfta bulunmuyor olması gene benim aceleciliğime geldiğimin kanıtıydı. Şimdi yapılacak tek bir şeyin göstergesiydi bu. Keşf-i okul. Okulda bir macera bulacağımı sanmıyordum ama yapmak istediğim daha doğrusu öğrenmek istediğim şey kendime kısa yollar ve kafa dinleyebileceğim yerler bulmaktı. Kimsenin olmadığı. Kendime has özelliğimi kullanmaya başladım. Akla gelebilecek en absürd yerleri keşfetmeye.
Aklıma gelen ilk yerlerden biri müzik bölümü idi. Kendimi ifade edebildiğim yegane yol. Benim bir parçam. Benim hayatımın yarısından fazlasını içinde barındıran anlam.
Biraz kolay olmuştu orayı bulmam. Bu sefer biraz şans gibiydi. Odalardan biri stüdyo olarak kullanılıyordu ve içeride birisi vardı. Yaşının benden küçük olduğunu tahmin ettiğim ama görünüş açısından benimle aynı yaşta gibiydi. O da birisini beklemiyormuş gibiydi. Bunun sonucuna beni gördüğünde aldığı şaşkın ifadeden anladım. Elinden gitarı bıraktı ve ayağa kalkarak bana doğru geldi. Sanırım hayatımın her zaman içinde olacak bir kısım başlıyordu. Tanışma faslı. Bu seferki biraz hızlı olmuş gibiydi. Nedeni biraz meşgul olması olabilirdi belki de.
Asıl yapmak istediğim şeyi unutmak üzereydim ki o çalmaya başlayınca aklıma geldi. Benimde bir şeylere yeteneğim vardı ve şu anda onu kullanabilirdim. Kendisinden gitarı rica ettim. Her zaman dostlarım olmuştu gitarlar. Bu da benin için yeni bir arkadaştı. Yeni bir yüzü ve sesi vardı. Kendimi en kolay ifade edebildiğim bir arkadaş.
Daha sonra iki yeni arkadaşımla kantine gittik. Birer kahveyi hak etmiştik. İlk konuşmalarımızdan anladığım kadarıyla bayağı ortak yönümüz mevcuttu. Tencere ve kapak mevzusu için biraz erkendi ama daha okulda ilk günden ilk tanıştığım birinin benimle kafa dengi olması iyi bir şeylerin başlangıcı olacağına işaretti. Düşünmeye başladım okuldaki herkes böyle kafa dengi olursa ne olur diye. İşte o zaman gerçekten sıkıcı bir yer olurdu. Kimsenin bir özelliği kalmazdı. Özgünlük yok olurdu. Herkes birbirinin kopyası biçimde cirit atardı her yerde.
Bir anlık dalgınlıktan sonra kendimi ona vermeye başladım. Çünkü konu gerçekten sevdiğim bir noktaya gelmişti. Hoş bu kadar benzer olduğum biriyle ne kadar farklı yönlere kayabilirdi ki? Kantin yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Yeni suretler ve yeni insanlar. Bu kişiler benim için ileride ne anlam ifade edecekler hiç bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey varsa oda her şeyin iyiye gitmeye başladığı idi. Ya da ben öyle zannediyordum. Şu an için düşünecek o kadar şey varken bunları bir kenara attım. Kendime ve masanın karşına odaklanmam lazımdı.
… ve ikinci hayatımızın içinde yer alan kısım: kısacık veda. Arada gene aynı yerde buluşmaya karar verdik. O dile getirmedi ama ben onunda kendini ifade edebildiği tek yerin orası olduğunu anlamıştım ya da müziği barındıran her yer ve nesne.
Masadan kalkıp asansörü arkada bırakıp merdivenleri çıkarken belki de hayatımın en önemli şeyini gözden kaçırmıştım. Ben göremesemde hissetmişti. Biri asansörün kapıdan çıkmış bizim masamıza doğru gidiyordu. Canım arkama dönüp bakmak istediğimde onu kaçırmıştım. Hiçbir şeyin farkında olmadan sınıfa doğru yol aldım.
Kapıya ulaştığımda kapalıydı. Açmak için kola uzandım ama kendiliğinden açıldı. İşte o oradaydı. Mavi gözleri, buğday teni ve bana sabah güneşini hatırlatan sarı saçları. Benim için o anlık bir anlamı yoktu ama ileride olacaktı. Bilmediğim ve beni tamamen değiştirecek kişi karşımda duruyordu…

RUH, SEVGİ, TOPLUMSALLIK ÜÇGENİNDE ‘DÖRDÜNCÜLÜK’

Umutsuzluğunuz ölümsüz bir hastalığa dönüşmeden, ruhunuzu insanlığa satın. Tabi içinizde hala bir promethous yaşıyorsa…
Aşk ile Bilim arasındaki ilişkiyi diyolojik bir okumayla irdelemeye hazırlıklı olun. Gerçi ben böyle bir hazırlık yapmadım ama siz yinede zihninizde canlandırmaya çaba sarf edin : )
‘Bilim vicdanın en yüksek olgunluk aşamasına ulaşmış biçiminden başka bir şey değildir.’ Aşk ise çeşitli vicdan sınamalarının yaşandığı bir yaşanmışlıktır. Bütün algılarımız değişir. Beynimiz farklı türlü işlemeye başlar. Olayları olağan şeklinin dışında değerlendirip farklı yöntemlerle çözümleme yaparız.
Bilim yapmak da bir anlamda buna benziyor; zihnimizin isteklendirmesi önemli etkenlerden biri, Ruhumuz örneğin sadece tinsel bir bilim nesnesi olarak incelenebiliyor. Cesareti ve umudu olan her kişi bilim yapabilir. Tıpkı âşık olabileceği gibi. Yeteneklerden ve şanstan söz açmak bile istemiyorum. Bu günler de Bilim en azından sosyal bilim bu iki unsura bağlıymış gibi bir bilinçaltı zinciri oluşturdum. Bunun sebebi büyük ölçüde kurumsal akademik yapıların gelenekleri yatmaktadır. Bu konuya çok fazla değinmek istemiyorum yazının içsel durumuna aykırı olduğu için. Kısaca şunu söyleyebilirim bilim yapmanın ön koşulu gerekli yeterliliklerin sağlanması değil kafa-kol ilişkisinin geçerliliğidir. Belki başka bir yazı da üstüne gidilebilir bir konu olması özelliğini korumaktadır. Açmadığımız gizli parantezi kapattıktan sonra ruhumuzu insanlığa satma meselesine gelelim. Dedik ya ruh, bilim de nesne olur: Aşkta ise henüz tanımlanamamış bir belirsizliktir. Seni tüm ruhumla seviyorum deriz ya sevdiğimize tüm ruhumuz derken ne demek istiyoruz sorusu kendisini öncelemektedir. Burada biz soruna ruhun toplumsallaşmış, kurumsallaşmış ve bireyselleşmiş yanlarını öne çıkartmak istiyoruz. Ruhumuz nasıl toplumsallaşabilir ve akabinde sevgimiz nasıl toplumsal olabilir? Eğer yaşarken bireyselliğimizi öldürmeyi başarabilmişsek ruhumuz da sevgimizde toplumsallaşabilir. Toplumun çıkarları önünde ruhumuz buna göre kendi varoluşunu sağlar. Sevgimizde nasıl yaşantımızı iyileştirebiliyorsa, güzelleştirebiliyorsa bizim bilincimizi oluşturan toplumsallığı öyle etkiler. Eğer kurumsal yapıların düzenini, geleneğini kendimizde içselleştirdiysek, toplumun karşısında bireyin karşısında kurumu önceleyebiliyorsa kişiliğimiz ruhumuz da buna ayak uydurmak zorunda kalır ve sevgiyi eyleyiş tarzımızda bu gelenekle düzenle benzeşir. Bireysellik tarafına gelecek olursak çift anlamlı bir hadise karşımıza çıkmaktadır. İlki olumlu ikincisi olumsuz bir bireyselliktir. Kişi sevgisini çok özel kılıp onu gizleme, tek başına yaşama içgüdüsüyle hareket ediyorsa sevgisini kutsallaştırıyorsa ruhu bu hale göre değişir, hissiyatımız da buna göre oluşur. Yalnız sevgimiz bizim için bir klavyenin harflerine basmak kadar günlük kişisel bir şeyse, yaşanmışlıklar önemini sadece kendinde yani sadece bu sevgiyi yaşayan iki kişide barındırıyorsa ruhumuz da bencilleşir diye düşünmekteyiz.
…en önemli haz insanın hayalinde canlandırdığı öteki benin kusursuzluğundan kaynaklanır. Çünkü doğa, hayvanlara da yaptığı gibi, insanlara da yarattığı cinsel farklılığın yanı sıra, beynine belirli bir yaş ve mevsimde insanın kendini eksik hissetmesine neden olan belirli izlenimler yerleştirmiştir. Kendini, öteki yarısını karşı cinsin tamamladığı bir bütünün parçası gibi hisseden parça için, eksik parçayı kazanmak, hayal edebileceğimiz doğanın açıkça resmetmediği şeylerin en büyüğüdür. Decartes’in bu düşüncesine katılamıyoruz çünkü bize göre en büyük hazın sebebi ve karşımızdakini sevmemizin nedeni onun kusursuzluğu değildir. (Tabi burada hazımız da toplumsaldır demek istemiyoruz) Bizi tamamlıyor olma olasılığı güçlüdür hatta bunun için sevebiliriz fakat eğer karşımızdakini kusursuz görürsek yanlış bir yola bencilce olan biri hale geliriz ne kendimizin bir anlamı kalır ne de yaşantımızın. Ayrıca yazıda vurgulamaya çalıştığımız toplumsal bakış açısına ters düştüğünü düşünüyoruz…
Bilim toplumsal bilinci karanlıktan kurtarmaya, Aşk ise bireyde güzelleştirmeye toplumsallaştığında insanlığı güzelleştirmeye dayanır. Ki benim yukarda zuhur ettiği üzere geliştirdiğim belirsiz bir anlıkta dostun dediği gibi Aşk güzelleştirmiyorsa ve bütünce kişiyi iyileştirmiyorsa; vicdanen, fikren hem de praxis eylemlilikte ne olduğu tartışılır bir hal alır.
Eğer biz yaşantımızda: ruhumuzu, sevgimizi insanlığı güzelleştirmek için iyileştirmek eylemine yönelik gayret göstermiyorsak. Böyle bir bilince kavuşamamışsak. umutsuzluğu tahammülsüz bir kabulleniş içerisindeysek ve içimizdeki promethousu öldürdüysek ne insanlığa satabileceğimiz (çok iğreti edici bir kelime ama kullanmak istiyorum inatla) bir ruhumuz ne de zihnimiz kalmış demektir. İşte o zaman vay bizim halimize……

BİLİNMEYEN

‘çırpındıkça battığın bi rüya bu’
Batmak rüya ise, uyanmamak kabus olur. Bilmiyordum ve bilemezdim. Bilinmezliğin bu kadar heyecan verici olduğunu anlamak aslında bu kadar bilinmezlikle dolu olmamalıydı. Gözlerimi, yüzümü silerken takıldı ellerim onun kalbinin içine. Yüzümü silemedim onun kalbindeki gamı söküp çıkarmak isterken ve beceremedim hiç. Hala özlüyor, hala yanıyorduk. Özlemekten saçlarımız havaya uçuşmuştu ve üstelik ne yaptığımızı bile bilmezken, bilemeyecekken. Siyah cigaranın ucundan çıkan duman doldururken ciğerlerimizi, biz en saf havayla doldurmak istiyorduk halbuki yüreğimizi ama buydu bizim çırpınışımız, bizim ne dediğini bile anlamadığımız cümlelerimiz. halbuki bilinmeliydi. Bilinmezliğin bu kadar hayat olduğu. Hayatın aslında bilinmeyen rüyaların faili olan bi çingene yalnızlığından ibaret olduğu. Evet yalnızdık ve ellerimiz tutunmak isterdi birinin saçlarının arasında kaybolan çılgınlıklara. Çünkü çılgındık ve ne yaptığımızı dahi bilmiyorduk. Beceriksizce haykırıyorduk birbirimizin suratına ve medet umuyorduk karşımızdaki yalnızlıktan. Kockaca hayatların bi küçük cam kavanoza sığacak kadar ufalabildiğini görüyor, üzülmüyorduk. Kendi hayatlarımızın ise nereye gideceği hakkında hiç bi fikrimiz yoktu. Gitmek veya gitmemek de ne olacağını bilmediğimiz muammalardı. Ve anlamak için çaba gösteremedik. Benim mecalim yoktu hiç. Onunsa içinde kocaman yanan bir ateşi vardı, hesapsızca içini kavuran. Saçlarından düşler örmek istediği bir sevdiceği. Benimse gidecek yada gitmeyecek bir yerim de yoktu. Saçlarına tutulabileceğim bir sevdiceğim de. Sadece güzel rüyalar görmek için uyumak isterdim. Sadece gökyüzünü görebilmek için uyanmak. Onun kederleri vardı içinde. Düş kırıklığını, cam kırıklarına çevirirdi umarsızca ve acıtırdı avuçlarını. Bense yaralarını beceriksizce sarmaya çalışırdım. Beceremezdim. Beceriksizliğimle alay ederdim. Alay ettikçe kendini kandıran yüzü boyalı bi serseri idim. Doğruyu aramanın ne kadar gerekli olduğunu sorgulamak isteyen yada istemeyen, öylece yürüyüp giden biri idim. Ama başka şeyler de vardı içimde. Gözyaşlarımı tutmazdım, hatta çok ağlardım çoğunlukça. O hep sorardı: ‘neden ağlıyorsun?’ cevabı var ya da yoktu. Cevabı neredeydi, bilemezdim ben de.
Notaların içine yuva yapmaya çalışan küçük çocuklardık. Evcilik oynayan ve oyununda gülen bebekleri olan gönlü kırık çocuklardık. Rüzgarın yuvasını savurmasını istemeyen, gönlü güzel çocuklardık..
‘ey, ötesi?
ötesi hiç.’*

*beşir fuad
13 Kasım 2009 Cuma

soyunma evi

gittik. çağrılınca giderdik. çağrılmayan yakup vardı, raftan inmezdi, gidemezdi. tepeden inmeci güneş, cuntacı gecelerin sonatları gelirlerdi. -hepimiz yılmaz odabaşı'nı attila ilhan kulağı sanardık- tonik ve toksik homurtular köşeleri sarar, fuzuli bir köşede kıvrılır uyurdu. bazen ilham gelirdi, bazen biz ona giderdik. gidilirdi, iade-i ziyaretlere küp şekerler, pötibörler götürülürdü. siz de giderdiniz ya, gelmiş gibi sevindirirdiniz adamı. bakakalırdı arkanızdan, makas alırdınız yanağından, saçlarına çok tırnaklı elleriniz gömülürdü. kulak arkası ettiğiniz yalandan çocuk sevme seanslarınızda, babalar erkenden uyumaya giderdi. vardı bir şeyler, gitmenize sebepler her daim vardı. adam duruyordu öyle. biliyorsunuz.

adam size çok şey içirdi, biliyorsunuz, sizi kirletmiş olmakla övündü. ayağınızın altından yolları çekmiş olmakla övündü, bağrışmalarınız kaldı kapı çarpılmadan biraz önce apartman boşluklarında. yüzünüz gözünüz trabzanlardan inemedi, omurganız kapı eşiğinde kaldı, apartmandan bir et parçası olarak çıktığınız günleri bilir bu adam. tüm aşklardan kovuldunuz siz. sanıyor musunuz ki çok şeyi göze aldınız, bir anda yaşlandınız, tüm yapabildikleriniz yüzüne bir kapı olarak çarpıldı. öylece sırnaş dolaş ayrıldınız destansı bağımlılıklarınızdan: bakınız halen adam duruyor, ağzı yüzü eksilmedi.

adam size yalan söylemedi. adama inanmamış olmayı sigorta olarak kullandınız. eğer adama inansaydınız, söylediği her şeyin gerçekleşme ihtimali vardı, ve siz kolunuza takıp gezindiğiniz bu adamın bir adım daha yaklaşmamış olmasına seviniyordunuz. kalp tutulmaları yaşadığınız bu adama saygılarınız, sevgileriniz, biriktirilmiş sarılmalarınız, uzatılmış saçlarınız vardı. biat etmeleriniz, el üstünde tutmalarınız, porselen dişleriniz, naylon özürleriniz, geçiştirilmiş sinirleriniz, dalında kurutulmuş hınçlarınız vardı: bakışlarınız donakaldığında bu adam, hiçbir şey yapmamış olmaktan kendine güveni tamdı.

ve siz her günün ertesinde iyi geçirilmiş vakit hesabı yaparken, kendinizden uzaklaştırdığınız kendiliğiniz varken, aniden gözyaşı yağmurlarınız, küresel ısınmalarınız varken, bu adamın kahvesi ve az biraz damıtılmış uydu alıcısı vardı. adam size hiçbir şey yapmadı, çok şey alındınız üzerinize, çok aşkı kör ettiniz, obsesif yanılgılarınızı güzel günlerin acısını çıkarmak üzere bu adamdan öç almak için beylik laflar olarak sıraladınız.

adam temizdi.

uzun uzadıya tartışılsaydı rutubetli hafıza kalıntılarınız, aritmetik ortalamadan çıkarırdınız kuruntularınızı, size bir gökyüzü verselerdi, kuşlar uçmak için kanat bulamazdı. adam diyordu ya "sizi gençlik hayallerinizin gerçekliğine inandıramadım". inanmadınız adama, ayaklarınız vardı sizin, tek duvarı ortak apartmanlar önünde, paspasa silinmiş ayaklarınız. yakup sizi hiçbir yere çağırmıyordu, siz de yakub'a vahiy olarak inmiyordunuz, saçmasapan insanlardınız. ses çıkarılmıyordu size, kimse sizi örselemiyordu, çat diye iki laf arasına sıkıştığınızda gözyaşlarınız hemencecik ortama dalıyordu. size kızamıyordu adamcağız, tartışmaları büyük kavgalar olarak görüyordunuz, siz hiç kavga nedir bilir misiniz? yakup her daim ketum, siz de her daim anlaşılamayan göğüslerdiniz.

bir sabah yakup'a verdiklerinizi, -haşa yakup almamıştır siz vermişsinizdir- yüzüne vurmaya çalışırken, adamcağız su sızdırmaz şişelerde bulmaya gitti kendini. sakın demeyin vazgeçmelerin ustasıdır diye, yakup'a inen ayetleri bilmezsiniz, tanrı yakup gibi insanlar üzerinden yürütür işlerini. ve yakup sizi sınamaz, ödev vermez, sorguya çekmez. ve bu adam size şişeler getirmişse, hediye olarak görmeliydiniz. para üstü olarak almalıydınız. depozito olarak görmeliydiniz, yakup'un içinde özgürce gezinebilmek için. yakup sizin ağzınızın içine çemkirmeler yerleştiren adamdır, yakup diye bağırmalarınız bundan.

zır zır gelmeyin artık "kim o?" değilsiniz siz. b blok 2.zil'i soyunma evi olarak görmeyin, yakup'a gelmeyi kaçamak olarak gördüğünüz sürece, esas olarak bilmediğiniz sürece, kaçtığınız gibi gösterdiğiniz şeyleri içinize sokmayacak bu adam. yakup'a gelirken neden hayat yorgunu olduğunuzu söylersiniz, neden yakup'a imajiner bahaneler getirirsiniz istediğinizi almak için?

biliyorsunuz yakup çağrılmayan'dır, yakup'a giderken bir paket küp şeker ve pötibör götürünüz.
10 Kasım 2009 Salı

TİKSİNGEN VOL 3

Tiksingen GBT’de durdurulur.Çünkü neden?Çünkü gerçek adı Bahattindir. Kütüğü Divriği’dedir.

Tiksingen tiksinç arkadaşlarıyla beyoğlu’nda gözlerini süzerken karşısına çıkan bir sivil polis tarafından durdurulur.Kimliği istenir. Kimliğini arkadaşlarına göstermemek için yılan dansı gibi ama aynı zamanda Ankara havası gibi de hareketler yaparak, akla karayı seçer. Fakat iş işten geçmiştir. Yanındaki arkadaşı Berkecan, kimlikteki Bahattin ve Divriği kelimelerini açık seçik görmüştür. Bahattin’in tiksingene dönüşme yolundaki ilk adımları bu GBT’den sonra atıldı dostlar.

Bu olaydan sonra aylar süren zekasız dalga geçme seanslarının baş kahramanı tiksingen oldu. Uzun konuşmalar yaptı.” İnsan kendini nereden hissediyorsa oralıdır, bir Divriği’li ile Mnahattan’lı arasında hiçbir fark yoktur.Ben dünya vatandaşıyım” gibi aslı astarı olmayan cümleler sarfetti. En sonunda dayanamayıp şiddete başvurdu ve bu olay böylece kapandı.


Farkındaysanız bu yazı dizisinin de pek bi orjinalitesi kalmadı. G.tümüzden uyduruyoruz. Ama daha fazla dayanamayacağız.Vallahi bu tiksingenden sıtkımız sıyrıldı.Ona veda edin,hep hatırlayın.Anılarınızda ve Beyoğlu’nda yaşasın.Hem hangimiz birazcık tiksingen değiliz ki,he abi?

Yazı dizisine daha renkli karakterlerle diğer sayıda devam edeceğiz. Gerek, yerli yersiz belirmesiyle tanınan Mutlu, gerekse kıvrak danslarıyla bildiğimiz Korcan hayatımıza renk katacak. Hadi yine iyisiniz. Bye bebişler.

LASTİĞİ GEVŞEK AŞÖRTMEN

O gün odamda oturmuş kaplumbağaları düşünüyordum. İnanılmaz vahşi ve bir o kadar da netameli bir doğal hayatın içinde kendilerinden emin ve vakur yaşayışları beni derinden etkiliyordu. O hengamenin içinde korkusuzca ve asla paniğe kapılmadan yürümeleri beni benden alıyordu, kaplumbağalar gibi yaşamanın tadına bakmak istiyordum ve ayağa kalkıp annemin çeyiz sandığının önüne gelmem uzun sürmedi.

İçini tıka basa doldurmuş ıvır zıvırları attıktan sonra annemin dev çeyiz sandığı ile baş başa kalmıştım. Derhal çalışmalarıma başladım. Sandığın yan tarafına kafamın gireceği büyüklükte bir delik açmaya başladım keserle. Epey uğraştım. Canım çıktı, tüm gözeneklerimden dış dünyaya sıvı transferi vardı. Bütün bedenim sanki az evvel Amazon nehrinden sazlıklara av bulmak için dalmış dev bir anakonda gibi nemliydi. Kol kaslarımı bi kaç kez sıkıp gevşettim. Aşağı yukarı oynattım. Sandığın kafam için deliğini açtığım tarafının her iki alt tarafına da kollarımı çıkarabileceğim delikler açtım. Aynı şekilde arka tarafına da ayaklarımı çıkartacak delikler. Annemin özellikle yeşil olan farlarını, göz kalemlerini, allıklarını bir kovaya doldurdum. Üzerine sıcak sü döküp karıştırdım hafifçe. Balkondaki mangal kömüründen de bi parça aldım. Sandığın üzerine kömürle kaplumbağa kabuk desenini işlemeye koyuldum. Sınırları bitirdikten sonra ortalarını önceden hazırladığım yeşil boyalarla bezedim. Enfes olmuştu. Uzaktan bakan biri annemlerin yatak odasına dev bir kaplumbağa girmiş sanabilirdi. İşin garip yanı birazdan girecekti de. Dev bir kara kaplumbağası olmam için saniyeler kalmıştı.

Güzelce aşörtmenimi dizlerimin üzerine kadar çemirleyip kafamı, kollarımı ve ayaklarımı da yeşil kovaya sokup çıkardıktan sonra atladım sandığın içine, kapağını da kapadım üzerime. Az evvel bir kaplumbağa olmuştum ve çok mutluydum. Etrafıma daha önceden dizmiş olduğum küçük komodinler ve şifonyer ile uzaktan bakılınca sevimli bir kaplumbağa ailesi gibi görünüyorduk. Anneleri yahut babaları bendim. Ailemi seviyordum. Bir süre öylece durdum kafam sandıktan dışarıda. Sonra başladım yürümeye. Kaplumbağaların neden bu kadar yavaş yürüdüklerini derhal anlamıştım. İnanılmaz zordu. Sandık inanılmaz ağırdı. Annemlerin yatak odasının ortasından kapısının önüne 15 dakkada gelebildim.

Saatler geçmişti. Açtım ve marul yemek istiyordum. Mutfağa gitmem lazımdı. Şimdi yola çıksam anca ikindi oraya varabilirdim. Evimi diklemesine kapıdan geçirmem lazımdı zira kapıdan geçemiyordum. Görkemli ve heybetli bir kaplumbağaydım, kabuğum dev gibiydi. Diklemesine geçeyim derken kafamın üzerine devrildi sandık. Kafamı ani bi hareketle içeri çekmesem boynum kırılabilirdi. Doğal hayat çok tehlikeliydi. Ölümden dönmüştüm. Baktım olmuyor sandığın kapağını açıp koşarak koridora girip mutfağa doğru yola çıktım. Koridorda kendimi birinciliğe doğru koşan kendinden emin Elvan Abeylegesse gibi hissettim. Mutfağa girerken dişlerimi Ronaldinho gibi yaptım. Buzdolabını açıp marulu aradım. Bi kaç zeytin, salam ve kaşar attım ağzıma. Marulu bulup koridora doğru yöneldim. Mehmet Yurdadön gibi yatak odasına döndüm.

Yatak odası kapısının eşiğine, sandığın kafa deliği bölgesinin önüne bıraktım marulu. Bi kaç parça marulu da komodin ve şifonyerin önüne bıraktım. Ailecek yemek yiyecektik. Sonra derhal sandığın içine atlayıp kapağı kapattım. Kollarımı ve bacaklarımı deliklerden dışarı saldım. Başımı da dışarı çıkarır çıkarmaz bir de ne göreyim. Nefis bi marul. Derhal yumuldum. Ama tabi ki bir kaplumbağa estetiği ve zerafetiyle. Yavaş yavaş çiğneyerek yedim. 5 dakkada marulu koparıp, 15 dakka çiğnedim. 3 saatte yedim marulu. Çenem zonkluyordu. Karnım da doyduğundan yorgunluğun etkileri esneme ile kendini gösterdi. Derhal kafamı ve diğer uzuvlarımı kabuğumun içine çekip uykuya daldım. Dışarıda yürüyen aslanlar kaplanlar bana şu an için hiç zarar veremezdi.

Tanıdık çığlıklarla sıçradım. “Yetişin hırsız vaaaaaar! Poliiiiiis!”. Kafamı delikten çıkarır çıkarmaz babamla göz göze geldik, daha sonra da annemle. Koridordan bana bakıyorlardı. Babamın elinden telefon yere düştü. Annem benim kafam delikten çıkar çıkmaz yeni çığlığını basıp bayıldı. Etrafım tanımsız doğa yaratıkları ile kaplanmıştı. Korkmuştum derhal uzaklaşmalıydım. Yürümeye çalıştım fakat çok yavaştım. Baktım hiçbir yere yürüyemiyorum derhal ayaklarımı kollarımı ve en son da başımı sandığın içine çektim. Şimdi güvendeydim. Karanlığın içinde bir an tepeden gelen ışıkla gafil avlanmıştım. Kaplumbağa hislerim beni yanıltmıyorsa kabuğumun kapağını birisi açmıştı. Tepeden bana bakıyordu. “Şu an doğada bir ilki gerçekleştirdin. Bir kaplumbağanın evinin tepesini açtın baba. Kabuğum olmadan asla. Şu an besin zincirinin en altına indim. Tüm varoluşumun güvencesini yok ettin artık tamamen savunmasızım doğaya karşı. Sakin ve vakur olsam kaç para eder, ben artık yaşayamam” dedim. “Evet sen öldün artık” dedi babam. “Bari çocuklarıma dokunma!” diye savunma içgüdümle hareket edecekken ben, babam çoktan iki eliyle beni sandığın dışına çekmişti. Babam beni havaya kaldırmış silkelerken gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Zira bana yaşlı gözlerle bakan evlatlarımın korkudan marullarını bile yiyemediğini görmüştüm. Önlerine bıraktığım marullar öylece duruyordu.“ Hiç üzülmeyin, güzel ve uzun bir hayat yaşadım evlatlarım, siz kendinize iyi bakın” dedim. Şifonyere komodini gözlerimle işaret ederek “Kardeşin sana emanet bundan böyle ona sen bakacaksın” dedim. Babam kiminle konuştuğuma bakmak için arkasını döner dönmez ellerinden kendimi kurtarıp, kabuğumun üzerine basıp doğruca koridordan odama kaçtım. Kapıyı kilitleyip yatağımın üzerine uzandım. Çocuklarımı vahşi hayatın içinde bi başlarına bıraktığıma mı üzülsem yoksa artık kabuğu olmayan bir kaplumbağa olarak hayatın içinde kalmış olmama mı? Kabuğu olmayan bir kaplumbağa kaplumbağa sayılır mıydı? Bilemedim. İpekböceği gibi kala kalmıştım aşörtmenimle hayat içerisinde. Uykuya daldım. Rüyamda Amazon nehrinde sel suları ile alevlenmiş bir akıntıya kapılmıştık. Elvan Abeylegesse ve Ronaldinho şifonyere tutunmaya çalışıyordu, Mehmet Yurdadön de komodinle su üzerinde kalmaya gayret ediyordu. Ben de annemin çeyiz sandığı üzerindeydim. Fakat açtığım deliklerden su giriyordu içeriye. Batıyordum

O gün odamda oturmuş bowlingi düşünüyordum. Bir şeyler üretmek yerine yıkımı seçmiş bir oyundu bowling. Bu hali bile doğaya ne kadar özdeş bir oyundu. Gözlerim yaşardı, duygulandım. Doğada aslen her şey yok olmaya mahkumdur, yıkılmaya, yok olmaya. Entropi denen bir şey var nihayetinde. Bir bowlingci olmaya karar vermem koridora çıkmamdan az evvel verilmiş bir karardı. Gözlerimi bir köstebek gibi kısıp mutfağa doğru yol aldım.

Uzun koridorumuzun sonuna kola şişelerini, zeytinyağı şişelerini, annemin parfüm şişesini, sirke ve nar ekşisi şişelerini güzelce dizdim. Babamın dün pazardan aldığı karpuza güzelce 3 adet delik açtım. Parmaklarımı sokup denedim. Adeta şahsım için tasarlanmış özel bir bowling topum olmuştu. Parmaklarım kelimenin tam anlamıyla cuk diye ses çıkararak oturmuştu deliklere. Gülümsedim. Derhal atışımı yapmak üzere yerimi aldım. Güzelce gerildikten sonra bowling topumu bütün kuvvetimle fırlattım labutlara doğru. Mükemmel bir atıştı. Şişeler büyük bi
gürültü ile patlamıştı. Sadece bal kavanozu ayakta kalmıştı. Onu devirmem çok mühimdi. Yoksa bana puan yoktu. Dolayısıyla mutfağa gidip diğer karpuzu aldım. Ona da malum delikleri açtıktan sonra iş bilir hareketlerle parmaklarımı yerleştirdim. Nişanımı aldım ve fırlattım. Ve evet bal kavanozu da tuz buz olmuştu. Koridorun sonu görünüyordu. Tekrar düzenleyip yeni puanlar almak için sabırsızlanıyordum. Evde bowling topu bitmişti ama bakkal Mehmet Amcada daha bi sürü vardı. Koridorun sonuna doğru yürüdüm.

Koridorun sonu tanınmaz haldeydi. Bal, zeytinyağı, parçalanmış karpuz parçaları ve suyu, kola, sirke, cam parçaları, nar ekşisi hepsi birbirine girmişti. Bowlingin ne kadar zor bir spor olduğu buradan bile belliydi. Birden odamda açık olan pencereden içeri giren sinekler doluşmuştu ortama. Yerlerden de karınca sürüleri sökün etmişti. Gözlerim belerdi sevinçten. Doğanın kımıldanmasına şahitlik ediyordum. Hayat sürprizlerle doluydu. Evin tüm pencerelerini açtıktan sonra derhal yerden avuçladığım karışımları kafama gözüme sürmeye başladım. Tüm vücuduma sürdüm. Aşörtmenimi de sıyırıp bacaklarıma her yerime sürdüm bulamacı. Sonra da lotus oturuşu ile hengamenin ortasına kuruldum. Sessizce nefes alıp vermeye başladım gözlerimi kapatıp.


Tüm vücudumu karıncalar sinekler kaplamıştı. Arıların gelmesi de uzun sürmedi. Bi kaç tanesi soktu ama yerimden kımıldamadım. Zevk içinde inledim. Doğanın bedenimde gezinmesi, yeni olasılıklara kucak açması içimde tarifsiz keyifler tutuşturuyordu. Ara ara gözlerimi açıp ortama bakıyordum. İnanılmazdı. Tam bir jungle gibiydim. Envai çeşit böcek üzerimde geziniyor sevinç içinde bacaklarını birbirine sürttürüyordu. Doğanın, evrimin, hayatın bir parçası olmaktan gurur duyuyordum.


Annemin çığlığı bowling salonunu inletti. “Bey yetiş!!! Evi böcekler basmış!” “Kimsenin bi yeri bastığı yok anne. Lütfen olayları saptırma. Her şey bowlinge gönül vermemle başladı. Böcek dostlarım da beni izlemeye geldiler.” dedim. Babamın mağluplara özgü, özgüven eksikliği hissedilen küfürleri labutlara çarpıp sineklerin kanat çırpışlarından sekerek kulaklarımda patladı. “Lan sen ne diyon gene!!! Seni böcek gibi ezerim laaaan!” Hakkı vardı. İstese ezebilirdi ve bu hiç iyi değildi. Babamın koridordaki Servet deparını görünce derhal ayağa fırladım. Ayağa kalkar kalkmaz ayaklarım yerden kesildi ve acemi bir buz patinajcısı gibi gerisin geri yere kapaklandım. Her yerime cam parçaları girmişti. Bazı böcekleri ezdiğimi görüp saniyeler içinde onlar için yas tuttum. Yerde duran aşörtmenimi kapar kapmaz balkona kaçıp kapısını kapattım. Babam balkon kapısının camlarına gelmiş yumrukluyordu. Annem “Ayvalıktan yeni gelmişti o zeytinyağı ühühü” dedi. Babam “Lan elbet sen o balkondan içeri gelecen. İşte o zaman ben gösterecem sana dünyanın kaç bucak olduğunu!” dedi. “Gerek yok baba, ben zaten biliyorum dünyanın kaç bucak olduğunu, 7 adet anakara var dünyada. ” dedim gülümseyerek. Babam bunu duyunca artık anlaşılmaz sesler çıkarmaya, balkon kapısının camında garip görüntüler vermeye başladı. Onu öylece bırakıp balkonun en uzak köşesine, kapıdan görülemeyen köşesine doğru tırıs tırıs ilerledim.

Annemin hiç durmayan serzenişlerinin eşlik ettiği, ara ara bana oğlum iyi misin seslenmeleri ile bölünen, saatlerce süren temizliğinden sonra bowling salonu kullanıma tekrar açılmıştı. Güneş batmıştı. O gece balkonda kamp kurmaya karar verdim. Ev tekin değildi. Karanlıklarda bir yerde babamın bana pusu kurduğunu hissedebiliyordum. Ayaklarımdaki ve kollarımdaki cam parçalarını çıkardıktan sonra mikropları öldürmek için üstüne işedim ayaklarımın. Kollarıma da işemeye çalıştım ama tazyiğini yitirdi. Ben de tekrar ayaklarıma işedim. Sonra yere uzandım. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Uzayın karşısında ne de küçüktük hepimiz. Burnumun ucunda bir karınca durmuş o da göğe bakıyordu benimle beraber. O daha da küçüktü. Onu görmek için zorladığım artık şaşı olmuş gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Karınca gözümden süzülen yaşı bişey sanıp yanaklarıma doğru peşi sıra hızlandı. Hayat devam ediyordu ve bu çok güzeldi. Aşörtmenimi koltukaltıma kadar çekip, cenin pozisyonu alarak uzayın içinde uykuya daldım…
-
Gözlerimi açtım, karanlık. Kapadım. Neon renkli balıklar geçmeye başladı göz kapaklarımın içinden. Kırılan bir ayna sesi duydum. Gözlerimi açtım. Sirenler çalmaya başladı, kırmızı cehennem sirenleri. Bacaklarımdan yukarı yapış yapış bir ılıklık yayılmaya başladı. Islanamıyorum.
Korku filmlerinin sirk müziklerine benzeyen valslerine göz kırpan delilikle baş başa, Venedik'te bir gondola bindik. Omur iliğimi yiyen bir pacman hissediyorum. Zırlayan otobüslere birer mendil verip, baş sağlığı diliyorum. Akort yapan aynalardan yansıyan çarpık silüet derinlerden gelen bir titreme ile çevresine bakıyor, fark edilme korkum var, yapmalı mıyım?
Elini tuttum. Bu anı kaç kez hayal etmiştim, kafamın içinde hep gelmesin derdim ama daha aşağıda gelsin ve hayatım daha dramatik olsun, yaşamımda herkesinkinden farklı diğer insanların bakıp beni gelecekte yapmamın muhtemel olduğu yanlışlar için suçlayamayacağı kadar büyük bir trajedi olsun isterdim. Tarifi zor diye kıvırsam; ama değil, sorumsuzluk, tembellik, bencillik, hatta üçüncü kişiye ithaf edilecekmiş gibi hava da kalmasın sorumsuzum, tembelim, bencilim. Gözlerini gözlerime dikti. Son sözünü söylemek için ağzını açtı. Sözler yerine “Bıa” gibi anlamsız bir ünlem çıktı ve son nefesini orada vermiş oldu. Garip ağlayabiliyorum. Hep ağlamam herhalde derdim, diğer ölüm haberlerini alırken başıma gelen duygusuzluk bunda da olur diyordum.
Dinle Ney'den bir kürdilihicazkâr taksim.

Hiç.

Öykülerime orospu gibi davranmayı bırakmalıyım artık. Çirkin, iyi yürekli ve dengesiz olduğum için kadınların beni tercih etmediğinin farkındayım. Evet her zavallı gibi porno izliyorum; ancak izledikten sonra estetiğin o kadar aşağılanmasını kaldıramıyorum, hatta seks o kadar iğrenç ve itici geliyor ki o kadar hayvansı, tiksinç. Eğer birazcık daha fazla iradem olsa, Nietzsche gibi en az 5 senelik bir ara vereceğim cinselliğe somut anlamda.

(Geri kalanını tamamen doğal bir adam ve toplum arasındaki ilişki üzerine olsun Sokrat ve atinalılar gibi.)(İşte bu öyküme başlamadan önce öykümün geri kalanı için düşündüğüm ilk konuydu.)

Yatağımın hep solundan kalkmışımdır; çünkü sağ kenarı duvara dayalıdır. Neyse işte kalktım, sabahlığımı giydim, tuvalete gittim, elimi ıslatıp ayılmak için yüzüme dokundum, sonra işte mutfağa gidip bir şeyler içtim, ve odama döndüm. Sabahlığımı çıkardım, yatağın sıcaklığını son birkez hissetmek için içine tekrar girdim, sonra da biraz daha kalırsam uyuya kalacağımı düşünüp yataktan çıktım. İç çamaşırı giymekten nefret ederim ama yine de giydim, sonra elime gelen ama rengini sevdiğim bir şey gelmezse değiştireceğim bir üst ve bir alt seçtim. Ders kitaplarımın olduğu çantayı aldım ve evden çıktım. Bir ağıt parodisi yapan yaşayanlar, kusursuzluklarının derinliklerinden başlarını kaldırıp bakabildikleri zaman varolamadıklarını anlayacak ve unutmak için tekrar dans etmek isteyeceklerdir.(Ah Stravinsky bana neler yazdırıyorsun(!))
Okulun yolunu gözümde büyütmekle beraber yine de gitmek zorundaydım. ARRGGHH!! Delicesine bir cinnet!!Gymnopedia no:1 bile biraz sakinleştirebiliyor beni. Öfkemi yöneltebileceğim bütün nesneler o kadar haklılar ki, sürrealist odunlara karışmış büyük portakalların delirmesindeki yaratıcı yumuşaklığın saçma şiirseliğine bakmak istiyorum artık. Zihnimi parmaklarıma bırakıp saçmalamanın geniş özgürlüğünü tatmak da denebilir buna. Tanrım kendim olabileceğim bir anın bile olmaması ne kadar öldürücü dersem o kadar burjuva bir sanatçı gibi davranmış olurum ki, dürüstlük, temel anlamda güç demektir. Kendisi olamamaktan yakınan bütün zayıf iradelilerin yanındaki yerimi almadan önce belirtmek istediğim yargı kendisi olamamak dediğimiz olgunun tamamen kişisel zayıflıktan ve irade yetersizliğinden kaynaklandığını ve bunun ayıplanması gerektiği ya da bu benim başka bir acınası ilgi çekme çabam, fark etmez ikiside zayıflıktan gelir. Tanrım hala yatışmadım. Daha fazla yazmak daha fazla saçmalamak istiyorum, tatminsizlik iğrenç bir duygu. Kuru girdapların baktığı çizgiye bakan her nesnenin uç uç böceği kadar şirin sevişebileceklerini düşünenlere göre aslında dünyanın yokluğu ya da varlığı bir postmodern tartışma değildir ancak Tanrı'ya dair ontolojik bir suçlama olabilir.
Okula geldim. Derslere istersem girerim istersem girmem. Bilmiyorum, yazmaya biraz üşeniyorum, bu da tembelliğimden ileri geliyor. Yazıyı yazmamın temel sebebi okuyanlara kendim hakkında tamamen dürüst olarak ne kadar güçlü olduğumu gösterme çabam. İnsan kendiyle ilgili her şeyi bilmeye çalışmamalı bazen. Fazla ergen duyuluyor yazdıklarım tekrar okuyunca, o zaman birazcık daha özgürlüğümü tadayım: nefret ediyorum yumuşayan melodilerin sokaklardaki yürüyüşüne bakarak boşalmaktan, ve manevi huzur denilen kırmızı balıklara bakan her fenafillah gölgesinin görmek istediği şey, dünyanın yandığı ve onların da bu yangından bir parça taşıdığıdır. Kuytu köşelerin derinliğindeki huzur, karanlık ve okşayıcıdır, esriklerin bir balkabağını yermişçesine jazz dinlediği bir okşayıcılık.

Nesnel anlamda, şu insani mantığımın sınırlarını aşmak istiyorum.

Derslere girdim. Benim için faydalı olduklarını düşünüyorum, Fransızca'yı gerçekten öğrenmeliyim, İngilizce'nin bana kattığı yararı göz önünde bulundurunca bu vazgeçilmez bir istek. Yazdığım bölük pörçük her şey bir “ben” eder mi?? Biliyorum basılmadan kimse yazılarımı okuyup bu herifin bilinçaltı neymiş ha bunu bir inceleyelim, bir analiz edelim anlamaya çalışalım demeyecek. Sikerim ya... Desinler isterdim. Onaylanmak değil, incelenmek isterdim, bunun sebebi de kendimi tahlil edişime o kadar da güvenmeyişim. Yaptığım işin oldukça feminen olduğunu düşünüyorum yani şu anda aklıma gelen her şeyi kağıda dökmenin, Tanrım hissetmekten nefret etmiyorum, hissettiğimi yazmaktan nefret ediyorum; çok bayağı ve itici geliyor. Sanki okuyucuyu çekebilecek başka hiçbir malzeme yokmuş gibi onlarında sizin gibi hissettiğinizi umarak hislerinizi yazmak tanrım ne kadar bayağı ve itici ve romantik ve çocukça ve aptalca ve bilmiyorum saçma. Bu kadar karşı çıkmak da iyi değil diyalektik anlamda benim de böyle bir şey yapabilmemin ne kadar olası olduğunu gösteriyor. Sanırım Schoenberg dünya üzerindeki en karamsar adamdı.,
Derslerden çıktım. Tiyatro atölyesine gittim. Uzun süredir kendimi ait hissedebildiğim tek yer(işte üste hissetiklerini yazmak üstüne yazdıklarımdan sonra şu hale bakın. Diyalektik!Hakikaten büyülüyor bazen beni). Şu ana kadar hiçbir atölye mensubuna yalan söylemedim, ama bunun iki sebebi var: bir hakikaten yalan söylenmeyi hak etmeyen insanlar, iki yalan söylemeye korkuyorum onların anlamasından değil, korkuyorum çünkü biliyorum ki onlarda en az benim kadar iyi yalancılar, ki ben zaten çok çabuk inanırım sevdiğim insanlara, ya bana yalan söylerlerse, hani kaldıramam değil ama yine de bu düşünce beni rahatsız ediyor. Amaçlarını bazen anladığım bazen de anlamak için düşünmediğim egzersiz ve oyunları gerçelledikten sonra dağıldık. Birileri bir yerlere içmeye gittiler, ben ve bir iki arkadaşımda evlerimize gittik. Schoenberg dinlemeye başladıktan sonra garip bir tatmin duygusu var şu anda. Deliliğimi dinliyorum.
Eve geldim. Hiçlik ve hiçlik. Çantamı salondaki yemek masasının sandalyelerinden birinin kenarına asıp odama yöneldim. Ben ve deliliğim. Ben deli değilim, cidden değilim. Tanrım sanatsal yaratıcılık adını vermeye çalıştığım şeye dair bile söyleyebileceğim çok az şey var, bu sanatçıyı sanatçı olmayandan temel fark olabilir bilmiyorum, tanrım Schoenberg o kadar güzel geliyor ki şu an, olmayabilir de. Bir üslup kaygısı taşımadan yazmak bir üslup mudur? Sanatsal dehaya sahip olmak için yapmak lazım diyebileceğim ne var ki...Bir sürü ölümlünün kendi kusur(usuzluk)larının farkında olmadan birbirlerini yok etmeye çalıştığı bir yer yaratılacak ve deli ben olacağım ha. Bu gün yazmak için boş bir gün ve çok boş şeyler yazıyorum , aslında bu boşluğun temel sebebi odaklanmıyor oluşum eğer dinlediğim şeye ya da kendime odaklanabilirsem eminim yazmaya değer bir şey, yaratmaya ya da yeniden şekillendirmeye değer bir şeyler bulabileceğim, o kadar fazla şeyi silmek istiyorum ki... Delilik... Çok fazla yok etme isteği... Nesnel ve mantıklı bir sebebe dayandırarak adam öldürmek o kadar itici ve yanlış ki, ve o kadar gerçek, ve o kadar umutsuz ve o kadar karanlık, ve acınası , ve zavallı ve duygusuz ve duyarsız ve sahte. Çekiçle çiçek çakmaya başlayacağız yakında, tanrım bu boşluk bu bir şeyler söyleyememenin getirdiği ağırlık, eziliyorum.
Duş aldım ve sonra yatıp uyudum. Gözlerim kapalı ama hala düşünüyorum. Neon renkli balıklardan kaçmaya çalışan cehennem sirenlerine ağlayan otobüslerin aynadaki yansıması fark ederse bana kaçmamı söyleyecek? Yapmalı mıyım? İmgeler yaratmalıyım kendime, arkasına saklanabileceğim imgeler, ama gerçek hayatta değil düşüncede ve sonrada bu imgeleri kırıp atmalıyım ki kendime “ işte sen bu kadar güçlüsün arkasına saklandığın imgeleri kırıp attın” diyebileyim. Bir insan kendiyle yüzleşip yok ederse kendini geriye ne kalır ki. Tanrım kendimden başka neyim var benim, eğer arkasına saklandığım ve beni benden sakladığına inandığım imgeleride yok edersem beni benden kim koruyacak. Korkuyorum, üstelik o pezevenk şairlerin söylediği yapmacık bir korku değil, gerçekten korkuyorum kendimden, anlatamıyorum ne kadar korktuğumu, böyle bir an gelecek sanki, ve ben kendimle yani tam olarak kendimle baş başa kalacağım ve böyle yaratma gücüm tükenmiş olacak, ve ben kendimle o çok rus bulduğum ölüm dansını yapacağım, ve o kadar yorulacağım ki. Birazcık daha güçlü olabilseydim ben, ve sayın ikizim Versilov, yok etme tutkum, birazcık daha ben olmasaydı. Benin benle buluştuğu an da başlayan o saf delilik,o trajedi, kişiliğimin paramparça olması ve kendim diyebileceğim tek şeyin bildiğim anlamda beni yok etmekten başka hiçbir şeye yaramamış olması, yine de utanmıyorum.
Sayın okuyucum, Ben Doğu Kaan Eraslan, gururlu, çirkin, tembel, dengesiz, sorumsuz, bencil ve iyi yürekli bir insanım. On dokuz yaşındayım, üç haftaya falan yirmisine basacağım, sana sunabildiğim tek şey kendi kendime yarattığım gülünç kişiliğimi yok etme oyunlarım ve sıradan bir günüm, her şey için teşekkür ederim.
| Top ↑ |