21 Kasım 2009 Cumartesi

RUH, SEVGİ, TOPLUMSALLIK ÜÇGENİNDE ‘DÖRDÜNCÜLÜK’

Umutsuzluğunuz ölümsüz bir hastalığa dönüşmeden, ruhunuzu insanlığa satın. Tabi içinizde hala bir promethous yaşıyorsa…
Aşk ile Bilim arasındaki ilişkiyi diyolojik bir okumayla irdelemeye hazırlıklı olun. Gerçi ben böyle bir hazırlık yapmadım ama siz yinede zihninizde canlandırmaya çaba sarf edin : )
‘Bilim vicdanın en yüksek olgunluk aşamasına ulaşmış biçiminden başka bir şey değildir.’ Aşk ise çeşitli vicdan sınamalarının yaşandığı bir yaşanmışlıktır. Bütün algılarımız değişir. Beynimiz farklı türlü işlemeye başlar. Olayları olağan şeklinin dışında değerlendirip farklı yöntemlerle çözümleme yaparız.
Bilim yapmak da bir anlamda buna benziyor; zihnimizin isteklendirmesi önemli etkenlerden biri, Ruhumuz örneğin sadece tinsel bir bilim nesnesi olarak incelenebiliyor. Cesareti ve umudu olan her kişi bilim yapabilir. Tıpkı âşık olabileceği gibi. Yeteneklerden ve şanstan söz açmak bile istemiyorum. Bu günler de Bilim en azından sosyal bilim bu iki unsura bağlıymış gibi bir bilinçaltı zinciri oluşturdum. Bunun sebebi büyük ölçüde kurumsal akademik yapıların gelenekleri yatmaktadır. Bu konuya çok fazla değinmek istemiyorum yazının içsel durumuna aykırı olduğu için. Kısaca şunu söyleyebilirim bilim yapmanın ön koşulu gerekli yeterliliklerin sağlanması değil kafa-kol ilişkisinin geçerliliğidir. Belki başka bir yazı da üstüne gidilebilir bir konu olması özelliğini korumaktadır. Açmadığımız gizli parantezi kapattıktan sonra ruhumuzu insanlığa satma meselesine gelelim. Dedik ya ruh, bilim de nesne olur: Aşkta ise henüz tanımlanamamış bir belirsizliktir. Seni tüm ruhumla seviyorum deriz ya sevdiğimize tüm ruhumuz derken ne demek istiyoruz sorusu kendisini öncelemektedir. Burada biz soruna ruhun toplumsallaşmış, kurumsallaşmış ve bireyselleşmiş yanlarını öne çıkartmak istiyoruz. Ruhumuz nasıl toplumsallaşabilir ve akabinde sevgimiz nasıl toplumsal olabilir? Eğer yaşarken bireyselliğimizi öldürmeyi başarabilmişsek ruhumuz da sevgimizde toplumsallaşabilir. Toplumun çıkarları önünde ruhumuz buna göre kendi varoluşunu sağlar. Sevgimizde nasıl yaşantımızı iyileştirebiliyorsa, güzelleştirebiliyorsa bizim bilincimizi oluşturan toplumsallığı öyle etkiler. Eğer kurumsal yapıların düzenini, geleneğini kendimizde içselleştirdiysek, toplumun karşısında bireyin karşısında kurumu önceleyebiliyorsa kişiliğimiz ruhumuz da buna ayak uydurmak zorunda kalır ve sevgiyi eyleyiş tarzımızda bu gelenekle düzenle benzeşir. Bireysellik tarafına gelecek olursak çift anlamlı bir hadise karşımıza çıkmaktadır. İlki olumlu ikincisi olumsuz bir bireyselliktir. Kişi sevgisini çok özel kılıp onu gizleme, tek başına yaşama içgüdüsüyle hareket ediyorsa sevgisini kutsallaştırıyorsa ruhu bu hale göre değişir, hissiyatımız da buna göre oluşur. Yalnız sevgimiz bizim için bir klavyenin harflerine basmak kadar günlük kişisel bir şeyse, yaşanmışlıklar önemini sadece kendinde yani sadece bu sevgiyi yaşayan iki kişide barındırıyorsa ruhumuz da bencilleşir diye düşünmekteyiz.
…en önemli haz insanın hayalinde canlandırdığı öteki benin kusursuzluğundan kaynaklanır. Çünkü doğa, hayvanlara da yaptığı gibi, insanlara da yarattığı cinsel farklılığın yanı sıra, beynine belirli bir yaş ve mevsimde insanın kendini eksik hissetmesine neden olan belirli izlenimler yerleştirmiştir. Kendini, öteki yarısını karşı cinsin tamamladığı bir bütünün parçası gibi hisseden parça için, eksik parçayı kazanmak, hayal edebileceğimiz doğanın açıkça resmetmediği şeylerin en büyüğüdür. Decartes’in bu düşüncesine katılamıyoruz çünkü bize göre en büyük hazın sebebi ve karşımızdakini sevmemizin nedeni onun kusursuzluğu değildir. (Tabi burada hazımız da toplumsaldır demek istemiyoruz) Bizi tamamlıyor olma olasılığı güçlüdür hatta bunun için sevebiliriz fakat eğer karşımızdakini kusursuz görürsek yanlış bir yola bencilce olan biri hale geliriz ne kendimizin bir anlamı kalır ne de yaşantımızın. Ayrıca yazıda vurgulamaya çalıştığımız toplumsal bakış açısına ters düştüğünü düşünüyoruz…
Bilim toplumsal bilinci karanlıktan kurtarmaya, Aşk ise bireyde güzelleştirmeye toplumsallaştığında insanlığı güzelleştirmeye dayanır. Ki benim yukarda zuhur ettiği üzere geliştirdiğim belirsiz bir anlıkta dostun dediği gibi Aşk güzelleştirmiyorsa ve bütünce kişiyi iyileştirmiyorsa; vicdanen, fikren hem de praxis eylemlilikte ne olduğu tartışılır bir hal alır.
Eğer biz yaşantımızda: ruhumuzu, sevgimizi insanlığı güzelleştirmek için iyileştirmek eylemine yönelik gayret göstermiyorsak. Böyle bir bilince kavuşamamışsak. umutsuzluğu tahammülsüz bir kabulleniş içerisindeysek ve içimizdeki promethousu öldürdüysek ne insanlığa satabileceğimiz (çok iğreti edici bir kelime ama kullanmak istiyorum inatla) bir ruhumuz ne de zihnimiz kalmış demektir. İşte o zaman vay bizim halimize……

0 söyleyeceklerim var:

Yorum Gönder

| Top ↑ |